26 Kasım 2014 Çarşamba

İbn Fazlan seyahatnamesi

İbn Fazlan seyahatnamesi (e-kitap)

 İbn Fadlan Seyahatnamesi e-kitap
Kısa bir bilgi: İbn Fadlan veya İbn Fazlan Bazı kaynaklarda İbn Fazlan, bazı kaynaklarda İbn Fadlan olarak geçer her ikiside aynı kişidir bilginize. Yazarın Arapça olan adının başka dillere çevrilmesi konusunda araştırmacılar değişik görüşte bulunmuştur. Örneğin; Zeki Velidi Togan, Aliyev Salih Muhammedoğlu, M. Canard, K. Czegledy, H. Ritter, V. Rozen, Maria Kowalska ve A. P. Kovalevsky bu adı ‘İbn Fadlan’ diye okurken Ramazan Şeşen, C. E. Bosworth ve Sami Dehhan ‘İbn Fazlan’ diye okumuştur. 

Bilim tarihinin yakın dönemlerinde İbn Fadlan’ın eserine ilk defa dikkat çeken Danimarkalı araştırmacı J. K. Rasmussen’dir. A. S. Muhammedoğlu, ‘İbn Fadlan[21]’ adlı makalesinde, Rasmussen’in, Ortaçağ’da Müslümanların Rusya ve İskandinavya ile olan ilişkilerine dair 1814’te yayınladığı makalede, Yakut el-Hamevi’nin, İbn Fadlan’ın seyahatnamesinden aktardığı ‘Rus’ maddesinin çevirisine de yer verdiğini belirtmiştir. Yine aynı makalede, Zeki Velidi Togan’ın 1923’te İran’daki Meşhed İmam Rıza Kütüphanesi’nde o güne kadar bilinmeyen bir coğrafya dergisinin son bölümünde, İbn Fadlan’ın o güne kadar hiçbir yerde rastlanmayan seyahatnamesine ulaştığını ve 1935’te eser üzerine Viyana Üniversitesi’nde doktora yaptığını ve bu çalışmasını 1939’da Leipzig’de Almanca olarak yayınladığını da belirtir.
İbn Fadlan’ın seyahatnamesi Türkçeye ilk olarak 1954’te Lütfi Doğan tarafından çevrilmiştir. Bu çeviri Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin 1-2. sayısında, sayfa 58-80 arasında yer almaktadır. 1975’te ise Ramazan Şeşen, ‘İbn Fazlan Seyahatnamesi Tercümesi’ adıyla bu seyahatnameyi Türkçeye çevirmiştir.
Ayrıca bu seyahatname, 1999’da John McTiernan’ın yönetmenliğinde 13. Savaşçı (The 13th Warrior) adıyla filme çekilmiştir. Ahmed bin Fadlan’ı, Antonio Banderas oynamıştır.  Film, Ahmed bin Fadlan’ı şair ve gezgin bir Arap olarak göstermektedir.



Burada sizlere kitabın içeriğini anlamanız açısından bölümlerden özetler sunuyoruz. Okurken birlerce yıl öncesine Türklerin yaşam tarzını o dönemin halifesinin gönderdiği elçiden dinleyeceksiniz. Kitabı bulup okumanızı öneririm.
Hicrî 308 (920-921 m.) yılı dolaylarında İslâmiyet'i yeni kabul etmiş olan Etil (Volga) Bulgarları hükümdarı İlteber Almuş, Abbasî halifesi Muktedir-billâh'a. Abdullah b. Baştû el-Hazarî adında birini elçi göndermişti. Bulgar hükümdarı bu elçi ile gönderdiği bir mektupta, halifeden hükümdarlığının meşruiyetinin tanınmasını, Bulgarlara İslâmiyet'i öğretecek fakihler ve muallimler gönderilmesini, Hazarlara karşı müdafaada kullanılacak bir kalenin inşaatında harcanmak için yardımında bulunulmasını istemekteydi. 

İbn Fadlan'ı seyahatini gösteren minyatür
 KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
Bunun üzerine halife, Bulgar hükümdarına istediği geylcri götürecek cevabî bir elçi heyetinin gönderilmesini kararlaştırdı. Elçilik heyetinin tertiplenmesi ve gönderilmesi için Saray Ağası Nezîr el-Haramî görevlendirildi. Nezîr el-Haramî gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra elçilik vazifesine kendi azadlısı Sevsen el-Rassî'yi tâyin etti.
Onun maiyyetine, elçilik heyetinin gideceği ülkeleri iyi tanıyan Tegîn el-Türkî ve Bâris el-Saklâbî adlarında, hilâfet sarayındabulunan iki vazifeliyi verdi.

Bulgarlara giden bu elçilik heyetinde, halife ve veziri adına gönderilen mektupları okumakla, hediyeleri vermekle, fakihlere ve muallimlere başkanlık etmekle görevli Ahmed b. Fazlan adında bir divan kâtibi de bulunmaktaydı., Hayatı hakkında eserinde verilen bilgilerden başka herhangi bir malûmata sahip
bulunmadığımız bu kâtibin elçilik heyetindeki mevkii Sevsen el-Rassı'den de mühimdi. Bu sefaret esnasında birinci derecede rol oynamış olan bu kâtip (îbn Fazlân) geçtikleri yerlerde gördüklerini ve başlarına gelenleri kaydetmiş, Bağdad'a döndükten sonra sefaretin cereyanını, elçilik heyetinin geçtiği ülkelerin idarelerini, dinlerini, yaşayış tarzlarını ve adaletlerini anlatan son derece mühim bir eser kaleme almıştır. Onu bu eseri yazmasındaki en büyük sebeb daha önce hilafet sarayında gördüğü türklerin, Türk ülkeleri hakkında anlattıkları enteresan şeylerin ve gördüklerinin gerek kendisi, gerekse muhiti üzerinde uyandırdığı merak olmalıdır.

MUKADDİME
(197a) Bu kitap Muhammed b. Süleyman'ın mevlâsı (client) ve Halife el-Muktedir'in Bulgar (Sakâlibe)i hükümdarına elçilik vazifesi ile gönderdiği Ahmed b. Fazlan b. el-Abbâs b. Râşid b. Hammâd'ın eseridir. Müellif bu eserde Türk, Hazar, Rus, Bulgar (Sakâlibe)1, Başgırt v.s. kavimlerinin ülkelerinde gördüğü dinî ayrılıklardan, hükümdarlarına dâir haberlerden ve yaşayışları hakkındaki müşahedelerinden bahseder.
Ahmed b, Fazlan şöyle der:
1 Sakâlibe : ibn Fazlân burada Bulgarları Sakâlibe (İslâvlar) diye adlandırır. Daha aşağıda Bulgarlar bahsinde İse hükümdarın adının hutbede «Bulgar hükümdarı şeklinde zikredildiği görülecektir. Ortaçağ'daki islâm müellifleri sâdece Bulgarları değil, bütün Kuzey ve Doğu Avrupa kavimlerini, Germenleri ve İslâvları Sakâlibe olarak kabul ederlerdi. İslâm Ansiklopedîsi'ndeki Sakâlibe maddesinde bahsedilen Islâvların umumiyetle Cermenler reya Vikingler olmaları muhtemeldir.
Bahsettiğim gibi, ben de onlarla beraberdim. Yanıma hükümdara, karışma, çocuklarına ve kumandanlarına verilmek üzere gönderilen hediyeleri, hükümdarın Nezîr el-Haramî'den istediği ilâçları da almıştım.

KİTAP' TAN BAZI NOTLAR

TÜRK ÜLKELERİNE GİRİŞ
Hicrî 309 yılı Şevval ayının ortalarında (16 Şubat 922) havalar ısınmaya başladı. Ceyhun nehrinin buzları çözüldü.Yolculuk için ihtiyacımız olan şeyleri tedarik ettik. Türk de­veleri satın aldık. Türk ülkelerinde geçmemiz gereken nehirler­den geçebilmek için deve derisinden kelekler yaptık. Üç ay ye­tecek kadar ekmek, darı ve tuzlu et kurutması tedarik edip azığımızı düzdük.
Oranın halkından tanıdıklarımız ihtiyat fazla elbise alma­mızı tavsiye ettiler. Meseleyi büyütüp vaziyetin korkunç oldu­ğunu söylediler. Sonra gerçeği gözlerimizle görünce bize anla­tılanlardan kat kat beter olduğu anlaşıldı. Her birimizin üze­rinde bir hırka, bunun üzerinde bir kaftan, onun üzerinde bir post, postun üzerinde ise bir kepenek, kepeneğin ise bir başlığı vardı. Başlıktan sadece gözlerimiz görünüyordu. Ayrıca, vücu­dumuzun alt kısmına yalın bir şalvar, bunun üzerine astarlı başka bir şalvar, ayağımıza tozluk gibi bir çizme, kîmaht mes­ti, bu mestin üzerine başka bir mest giymiştik. O kadar ki, içimizden biri deveye binse üzerindeki elbiselerin fazlalığındankımıldanamıyordu.


OĞUZLAR
Bu dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda otu­ran ve konup göçen yörüklerdi. Göçebelerde âdet olduğu gibi, sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar gö­rülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlar yolunu kaybetmiş eşekler gibidirler. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiç bir şeye ibâdet etmezler. Aksine büyüklerine rab« derler, içlerinden biri reisine bir şey danışır­sa, ona «Ey rabbim, şu hususta ne yapayım?» der. Aralarında­ki işleri meşveretle hallederler. Bununla beraber bir şeyde it­tifak edip onu yapmaya karar verirlerse, içlerinden en aşağı ve en değersiz olan biri gelip ittifaklarını bozabilir. Allah'a inandıkları için değil de, sırf yurtlarından geçen müslümanlarayaranmak için aralarında «Lâ ilâha illâ Allâh» diyenleri gör­düm. (200a) İçlerinden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse başını semaya kaldırıp «Bir Tanrı!» der. Bu Türkçe «Bir Allah» demektir. Zira, Türkçe'de «bir» vâhid ve «Tengrî» ise Allah demektir. Küçük ve büyük abdestten sonra temizlen­mezler. Cenabetten ve diğer hususlardan dolayı yıkanmazlar. Bilhassa kışın su ile hiç bir ilişkileri yoktur.44 Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadm, vücu­dunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez.45
Bir gün bir adamın evine misafir olmuştuk. Adam ve ka- nsiyle beraber oturuyorduk. Kadın bizimle konuşurken biraralık gözümüzün önünde avret yerini (tercini) açıp kaşımaya başladı. Biz utancımızdan yüzlerimizi kapayıp «Estağfurullah!» dedik. Kocası güldü. Tercümana, «Onlara söyle: Bu kadın onu sizin huzûrunuzda açıyor. Siz onu görüyor ve koruyorsunuz. Sizden ona hiçbir zarar gelmiyor. Bu hareket, kadının onu ör­tüp de başkalarına müsâade etmesinden daha iyidir.» dedi.
Zina diye birşey bilmezler. Böyle bir suç işleyen birini or­taya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kim­seyi iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Son­ra, bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi ne­ticesi, o kimse iki parçaya bölünür.


İçlerinden biri, «Bana Kur'ân oku.» dedi. Okuyunca hoşu­na gitti. Tercümana dönerek, «Ona, susmamasını söyle.» dedi. Bir gün bu adam tercüman vasıtasilye bana, «Bu Arab'a sor. Rabbımızm karısı var mı ?» dedi. Ben ise onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. O da, benim gibi tövbe etti ve «estağfirullâh.» dedi. Türk'ün âdeti böyledir. Bir müslümanın teşbih ve tehlike getirdiğini duyarsa onun söylediğini tekrarlar.
Evlenme âdetleri şöyledir:
İçlerinden biri diğerinin kızını, kız kardeşini veya velâyeti altında bulunan bir kadını şu kadar Harezm kumaşı karşılı­ğında ister. Başlığı velîye verdikten sonra kızı alır, evine (ça­dırına) götürür. Çok kere başhk (mihr) deve, hayvan veya başka bir şey olabilir. Velîsi ile anlaştığı başlığı (mihri) öde­meden hiç bir kimse kadınlaevlenemez.47 Bu meblâğı ödeyince çekinmeden gelir, kadının bulunduğu eve (çadıra) girer. Ba­basının, anasının ve kardeşlerinin lıuzûrunda onu alıp götürür. Onlar da buna mani olmazlar. Bir adam ölür, arkasında karısı ve çocukları kalırsa, öz anası olmamak şartıyla, büyük oğlu babasının dul karısıyle evlenir.*®
(200^) Tüccarlar ve diğer yabancılar onların yanında cü- nüplükten yıkanamazlar. Sâdece, geceleyin onların gözünden uzak olarak yıkanabilirler. Zira, onlar böyle bir harekette bu­lunan birini görürlerse kızarlar ve «Bu adam bize sihir yapmak istiyor. Çünkü, suya giriyor.» derler. Ondan bu hareketine karşılık tazminat alırlar.


Herhangi bir müslüman, misafir olacak bir dost edinme­den, İslâm ülkesinden bu dostuna bir elbise ve karışma birbaşörtüsü, bir miktar kara biber, darı, kuru üzüm ve ceviz hediye götürmeden onların ülkesinden geçemez. Müslüman, bu şekilde Türk arkadaşının yanma gelince, arkadaşı onun için kubbeli bir çadır kurar, imkânı elverdiği nisbette ona koyun takdim eder. Müslüman bunları keser. Zira, Türkler hayvanla­rı kesmezler. Koyunları başlarına vurmak suretiyle öldürür­leri
Misafir olan müslüman yoluna devam etmek isteyince, hayvanlarından yola tahammül edemeyecekler bulunur veya bir şeye ihtiyacı olursa, yola tahammül edemeyecek hayvanları Türk arkadaşının yanında bırakır, onun develerinden, hayvan­larından ve malından ihtiyacı olanı alıp yoluna devam eder. Gittiği yerden döndüğü zaman ona mallarını, develerini ve hay­vanlarını iâde eder.
Aynı şekilde, bir Türkün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip ona «Ben senin misafirinim. Develerinden, hayvanların­dan ve parandan (dirhemlerinden) şu miktara ihtiyacım var.» derse, Türk istediklerini ona verir. Eğer tâcir bu yolculuğu es­nasında ölür ve kafile geri dönerse, Türk, kafiledekilere, «Be­nim misafirim nerede?» diye sorar. «Öldü» derlerse kafilenin yüklerini indirtir, içlerinde en akıllı tanıdığı tacire vararak yüklerini onun gözü önünde çözer. Bir zerre fazlası z, ölen ta­cire verdiği kadar, bu tâcirin paralarından alır. Ayııı şekilde, bu tâcirin develerinden ve hayvanlarından, verdiği miktarı da alır. Bu tâcire, «O, senin amcanın oğlu (yakının). Onun bor­cunu senin ödemen en münasibidir.» der. Kendisinden emânet alan adam firar ederse de aynı hareketi yapar. Emâneti geri aldığı tâcire «O da senin gibi müslümandı. Sen bu miktarı on­dan al.» der. Eğer Türk, müslüman misafirine kervan yolu üzerinde dönerken rastlayamazsa onun nereye gittiğini sorar, «O, nerede?» der. Gittiği yer hakkında bilgi edinirse, onu bu­luncaya, ona verdiklerini ve hediye ettiklerini geri alıncaya ka­dar arar.
 KİTAP'IN ORJİNAL HALİNİN ÖZETİNİ OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN

Şu da Türklerin âdetlerindendir: 
Bir Türk, Cürcâniyye'ye girince misafir ettiği müslümamn nerede olduğunu sorar. Onu bulunca geri dönünceye kadar evinde misafir kalır. Bir Türk, müslüman arkadaşının yanında misafir iken ölür, bu müslümanın bulunduğu kafile ölen Türk'­ün kabilesinin bulunduğu yerden geçerse onun kabilesi bu müs- lümanı öldürürler. Ona, «Sen, onu hapsedip öldürdün. (201») Hapsetmesen, ölmezdi.» derler. Aynı şekilde, bir müslüman, birTürke nebîz (şarap) içirir ve bunun neticesi Türk damdan düşerek ölürse, ona nebîz (şarap) içiren müslümanı öldürürler. Eğer o müslüman kafilesinde bulunmazsa, kafilede bulunan en büyük kimseyi yakalayıp onun yerine öldürürler.


Bu, Türklerin âdetidir. Bir adam diğerine iyilikte bulunur­sa, iyilik gören adam, iyilik edene secde eder. Yinâl bu ikra­mımız üzerine «Evlerim (çadırlarım) uzakta olmasa size ko­yun ve hediye getirirdim.» dedi. Ve yanımızdan ayrılıp gitti. Biz de hareket ettik.
Ertesi günü yolda giderken çirkin, üstü başı perişan, gö­rünüşü pis ve kalbi kötü bir Türk karşımıza çıktı. Şiddetli biryağmura da tutulmuştuk. Bu adam «Durun!» diye bağırdı. Üç bin kadar hayvan, beş bin kadar insandan meydana gelen ko­ca kafile durdu. Sonra, «Hiç biriniz geçemezsiniz.» dedi. Onun emri üzerine durup «Biz, Kûzerkîn'in dostlarıyız.» dedik. (201b) O, gülmeye başladı. Ve, «Kûzerkîn kim oluyor? Ben Kûzerkîn'­in sakalına pisliyeyim!» dedi. Sonra, Harezm diliyle «pekend!» yâni ekmek dedi. Ona birkaç somun verdim. Onları alınca, «Haydi gidin. Size acıdım.» dedi.



îbni Fazlân şöylde der:
Oğuzlardan biri hastalanınca, o kimsenin cariyeleri ve kö­leleri kendisine hizmet ederler. Ev halkından, başka hiçbirkimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta onun için bir çadır kurarlar. Ölünceye veya iyi oluncaya kadar onu çadırda bırakırlar. Eğer, bu kimse fakir veya köle olursa onu sahraya atıp giderler.se
Aralarından biri ölürse onun için ev gibi büyük bir çukur kazarlar. Bundan sonra cesedini alıp hırkasını (elbisesini)giydirir, kuşağını ve yayını kuşandırırlar. Eline, içinde nebîz olan ağaçtan bir badeh verip, önüne içinde nebîz bulunan ağaç­tan bir kap koyarlar. Sonra bütün şahsî eşyasını getirip onunla birlikte bu oda , gibi çukura koyarlar. Daha sonra ölüyü çukur­da oturtup üzerini tavanla örterler. Mezarının üzerinde çamur­dan kubbe gibi bir tümsek yaparlar." Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına göre, birden yüze veya ikiyüze kadarım kurban olarak öldürürler. Onların etlerini yer­ler. Başlarını, ayaklarını ve derilerini ve kuyruklarını bir tara­fa ayırıp, bunları kesilmiş ağaçlar üzerine kabrinin başına asar­lar. Bunlar «Ölünün Cennet'e giderken bineceği hayvanlardır.»derler. Eğer ölen kimse, sağlığında insan öldürmüş kahraman biriyse öldürdüğü insanların sayıları kadar, ağaçtan sûret yon­tup bunları kabrinin üzerine dikerler. «Bunlar onun hizmetçi­leridir. Cennet'te ona hizmet edecekler.» derler.s»


Bazan hayvanları kurban etmeyi bir - iki gün geciktirirler. Bunun üzerine, aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar (şaman) onları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. «ölüyü rüyam­da gördüm. Bana: Görüyorsun, arkadaşlarım beni geçtiler. On­ları takib etmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yeti­şemiyorum. îşte, tek başıma kaldım, dedi.» der. Bunun üzeri- ne ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve kab­rinin yanma asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonra ihtiyar tekrar onlara gelir. «Falanı (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana: Aileme ve arkadaşlarıma haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum geçti, dedi.» der.59 ibn Fazlan şöyle der:
Bütün Türkler sakallarını yolup bıyıklarını bırakırlar. Ba- zan, onlar arasında sakalını yolmuş, çenesinin altında birkaç tüy bırakmış, sırtına post almış ihtiyar bir adam görürsün. Uzaktan ona bakınca keçi olduğunda tereddüt etmezsin.
(202a) Oğuz Türklerinin hükümdarına Yabgu denir.[1]Bu kelime hükümdarın unvanıdır. Bu kabileye hükümdar olan herkes bu ismi alır. Onun vekiline ise «Kûzerkîn» denir. Aynı şekilde, bir reisin vekili olan herkese Kûzerkîn denir.


KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN

[1] Yabgû : Oğuz hükümdarına ve Karlûk hükümdarlarına verilen bu ünvan cebbûye, cebğüyeşekillerinde de geçer. 
Bu ünvan bazen cebğüye-hakan şeklinde birleşik olarak kullanılır. Bazı yerlerde ise hâHakânın oğullarına, erkek kardeşlerine ve yakın akrabasına da yabgû denir.

Subaşı : Oğuzların ordu kumandanına verilen bir unvandır. Metinden anlaşıldığına göre, busubaşının Oğuzlar üzerindeki otoritesi yabgûdan daha kuvvetliydi. Zekî Velîdî Toğan, buradazikredilen şubaşının Selçukların ataları olması ihtimaline değinir. İbn el-Adîm'in bir kaydı da bunu destekler mahiyet­tedir.


Buradan hareketle Yagindî (Tehagan) nehrine vardık. Kafiledekiler, deve derisinden yapılmış keleklerini(ogünkü bir çeşit şişme bot)66 çıkararak yaydılar. Yuvarlak olan eşyalarını Türk develerinin üzerinden alarak kelekler açılsın diye içlerini bunlarla doldurdular. Sonra elbiselerini ve diğer eşyalarını da bunlara koydular. Bundansonra her keleğin üzerine dörder, beşer, altışar, daha az v,eya daha çok kişilik gruplar halinde bindiler. Ellerine kayın ağacı6? parçaları alarak bunları kürek gibi kullandılar. Durmadan kü­rek çekiyorlar, daire şeklindeki keleği su götürüyordu. Niha­yet nehri geçtik. Develer ve hayvanlara bağırıyorlar, onlar da yüzerek ırmağı geçiyorlardı. Kafile geçerken Başgırtlarm bas­kın yapmasından korkulduğu için evvelâ öncü olarak silâhlı bir muharip grubun geçmesi zarurî idi. Hakikaten öyle yapıldı.
Yagindî nehrini bu şekilde geçtikten sonra, yine kelekler­le Câm (Emba), Cahş (Sagiz), Uzil (Oyil), Erden (Zagsibay),
Varş (Wahş), Ahtî (Büyük Ankati), Vabnâ (Küçük Ankatl) nehirlerini de sırasiyle geçtik. Bunların hepsi büyük nehirlerdir.


[PEÇENEKLER ]
Bundan sonra Peçeneklerin ülkesine vardık. Bunlar, denize benzer, akmayan bir suyun (büyük bir gölün) kenarında ko­naklamışlar. Çok esmerler. (203a) Hepsi de sakallarını tıraş et­mişler. Oğuzların aksine çok fakir kimseler. Zira, Oğuzlardan on bin baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip olan kimseler gördüm. Koyunlar ekserî karlar arasından tırnaklariyle eşeli- yerek kuru ot ararlar. Onu da bulamazlarsa kar yerler. Buna rağmen gayet semiz olurlar. Yaz gelip yaş ot yeyince zayıflar­lar.
Peçeneklerin yanında bir gün kaldıktan sonra yolumuza devam ederek Cayih (Yayık = Ural) nehrine vardık.® Bu,şimdiye kadar gördüğümüz en büyük, suyu en bol olan, en hızlı akan nehirdi. Bu nehirden geçerken bir keleğin ters çev­rildiğini, içindekilerin nehirde battığını, pek çok insanın telef ol­duğunu, bazı develerin ve hayvanların boğulduğunu gördüm. Nihayet, binbir güçlükle nehri geçtik. Günlerce yürüdükten, sırasiyle Câhâ (Çağan), Erhaz (İrgiz = Talvoka), Bâcâg (Matchka), Samûr (Şamara), Kinâl (Kinel), Sûh (Sok), Kon- culu (Kundurtcha) ırmaklarını geçtikten sonra Türklerden Başgırtların ülkesine varınca durduk.
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN
BAŞGIRTLAR
Başgırtlardan çok korkuyorduk. Zira, onlar Türklerin en za­rarlıları, muharipleri ve insan öldürmeye en düşkün olanlarıdır. Onlardan biri bir adama rastlarsa onun boynunu vurur, vücudu­nu bırakarak başını alıp götürür. Onlar sakallarını tıraş ederler ve bitleri yerler. Hırkalarının (iç elbiselerinin) dikiş yerlerini araştırıp buldukları bitleri dişleriyle ısırarak yerler. Yanımızda onlardan bize hizmet eden müslüman olmuş biri vardı. Bir gün onu gördüm; elbisesinden bir bit aldı. Tırnakları ile onu ezdik­ten sonra yaladı. Benim, kendisine baktığımı görünce «Çok tat­lı.» dedi.
***
Her biri bir ağaç parçasını zeker (erkeklik uzvu) şeklin­de yontup üzerine asar. Bir yolculuğa çıkacak veya bir düş­manla karşılaşacak olursa onu öper ve önünde secde eder. «Ey rabbim! Benim için şöyle şöyle yap.» der. Tercümana, «İçle­rinden birine sor. Bu konudaki delilleri nedir? Niçin onu (tenâ- sül uzvunu) yaratan tanıyorlar?» dedim. Sorulan kimse ceva­ben, Zira, ben onun benzerinden çıktım. Ondan başka beni ya­ratan bir şey tanımıyorum.» dedi.
***
İçlerinde yılanlara tapanları, balıklara tapanları gördük. Bir (203b) kısmı turna kuşuna tapıyorlar. Bana anlattıklarına göre, turna kuşuna tapanlar, bir gün düşmanlarından bir ka­vimle harbederken mağlûp olmuşlar. Bu sırada düşmanlarının arkasından turnalar bağırmaya başlamış, onlar da bundan deh­şete düşüp galip durumda iken kaçıp mağlûp olmuşlar. Bunun üzerine, turnalara ibâdet etmeye başlamışlar. «Bunlar bizim ilâhlarımızdır. işte yaptıkları meydanda. Düşmanlarımızı mağ­lûp ettiler.» demişler, işte, turnalara ibâdet etmelerinin sebebi bu imiş.
Bunların ülkesinden hareket ettikten sonra Cirimsân, Uran, Ürem, Bâynâh (Mayna), Vatîg (Utka), Niyasnâ, Câvşîz (Ag- tay) ırmaklarını geçtik. Saydığımız bu ırmaklar arasında iki­şer, üçer ve dörder günlük, daha az veya daha çok mesafeler var.
RUSLAR

Ruslar, Allah'ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük abdestten sonra temizlenmezler
Cünüplükten dolayı yıkanmazlar. Yemek yedikten sonra elleriniyıkamazlar.Adeta, yolunu şa­şırmış eşekler gibidirler. Memleketlerinden gelince, büyük bir nehir olan Etil nehrinde gemilerini demirlerler. Ve nehrin kı­yısına ahşap büyük evler yaparlar. Her evde onar, yirmişer kişi, daha az veya daha çok gruplar halinde toplanırlar. Her bi riniüzerine oturduğu bir divanı vardır. Satmak için getirdikleri güzel cariyelerle bunlar üzerine otururlar. Bazan,içlerin­den biri arkadaşının gözüönünde cariyesiyle cinsî münasebette bulunur. Çok defa, bir grup birbirlerinin yanında câriyeleriyle cinsî münâsebette bulunurlar.


 117 Ruslarda ölülerin yakılması milâdî XI. asra kadar devam etmiştir. Milâttan sonra ilk bin yıl zarfında Ruslarda ölüleri yakma ve gömme âdetleri beraber yaşamıştır. XIII. asra âit bir Farsça metinde Ruslardan bir kısmının ölüleri ayakta mezara gömdükleri belirtiliyor. Ruslarda görülen bu gömme şekilleri, Türklerde olduğu gibi, bir şamanist âdetinden başka bir şey değildir.

118    Ölü kayıkları ve gemileri : Ölümden sonraki hayatında ölünün emrine kayık veya gemi verme âdeti Fin, iskandinav ve Ural Altay kavimlerinde görülmektedir. Bu husustan Mısır efsânesinde de bahsedilir.

119    Rusların içkiye düşkünlükleri zamanımızda dahi meşhurdur. Eski Ruslarda yapılan ortak içki âlemlerinden Marco Polo da bahsetmektedir. Eski İsveçlilerde bu âlemlere müziğin refakat ettiğine dair pek çok misal vardır.  
ibn Rusteh ölü yakıldığı zaman, rabbi tarafından onun bağışlanmasını kut¬lamak için eski İslâvların müzik âlemleri yaptıklarını söyler. Atillâ'nın cenaze merasimi sonunda Hunlar da aynı şeyi yapmışlardır.

120    Kız kurbanı : Efendilerinin veya hükümdarların ölümü üzerine, zor!» veya istekle genç kızların kurban edilmesinin bir çok örnekleri vardır. Bu husustan aşağıda mufassal olarak bahsedilecek. Burada bahsedilen genç kız bir cariye veya hür bir kız olabilir. Zirâ Arapça'da câriye kelimesi hür genç kızlar İçin de kullanılır. İbn Rusteh bu konuda şöyle der :
Bir adam ölünce onu ve kadınlarını ateşte yakarlar. Aralarından biri ölünce bıçakla ellerini ve yüzlerini keserler. Ölünün cesedi yakıldıktan sonra, ertesi günü sabahleyin varıp yakıldığı yerden küllerini alırlar. Bunları bir toprak vazoya (kaba) koyup bir tepecik (höyük) üzerinde saklarlar. Ölümden bir sene sonra 20 küp civarında bal alıp höyüğün yanına götürürler. Ölünün- ailesi fertleri mezarın başında toplanıp balı ve diğer şeyleri yiyip içerler. Ve sonra çekip giderler. Eğer ölünün üç karısı varsa ve bunlardan biri onu daha çok sevdiğini iddia ederse, mezarın yanına iki ağaç dilmesi götürüp bunları toprağa diker. Sonra üçüncü bir ağaç parçasını yatay olarak bu iki dilmenin başları arasına yerleştirir. Bu ağacın ortasına bir ip bağlar. İpin diğer ucunu da boynuna bağlar. Bu sırada bir sandalyenin üzerinde ayaktadır Kadın işlerini bitirince altındaki sandalye alınır. Boğulup ölünceye kadar bu şekilde asılı kalır. Ölünce alıp ateşe atarlar ve yakarlar.».
Yine aynı müellif, Ruslarda dul kalan kadının kocasıyla beraber diri diri mezara gömüldüğünü söyler. Bu âdetin İskitlerde, Moğollarda yaygın olduğundan aşağıda bahsedilecek.

İçlerinden biri hastalanınca, onun için, oturdukları yerden uzakta bir çadır kurarlar. Hastayı bu çadırın içine atarlar'. Yanma biraz ekmek ile su verirler. Ona yaklaşmazlar ve onun­la konuşmazlar. Hattâ, hasta olduğu bütün günlerde onunla ilgilenmezler.us Bilhassa kimsesiz ve köle biri olursa onu tamamiyle kendi haline bırakırlar. Hasta kendi kendisine iyile­şip geri dönerse ne âlâ. (211») îyileşmeyip ölürse cesedini ya­karlar.[1] ölen kimse köle ise cesedini kendi haline bırakırlar. Köpekler ve yırtıcı kuşlar gelipleşini yerler.


[BULGARLAR ]
Elçilik vazifesiyle gitmekte olduğumuz Bulgar (Sakâlibe) hükümdarının memleketine bir gün ve bir gecelik mesafe ka­lınca, hükümdar idaresi altındaki dört beyi?2, kardeşlerini v® çocuklarını bizi karşılamak için gönderdi. Bunlar, yanlarında ekmek, et ve darı?3 olduğu halde bizi karşıladılar. Bizimle be­raber yürüdüler. Hükümdarın bulunduğu yere iki fersah ka­lınca, bizzat onun tarafından karşılandık. Bizi görünce, Allah'a şükürler olsun diye secdeye kapandı. Yeninde sakladığı gümüş paraları (darâhim) üzerimize saçtıJ4 Bizim için kubbeli çadır­lar kurdurdu. Bu çadırlara indik.
Hükümdarın yanma 12 Muharrem 310 (12 Mayıs 922) Pa­zar günü vardık. Cürcâniyye'den onun ülkesine kadar yetmiş günlük mesafe tuttu. Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba günleri çadırlarda oturduk. Bu arada hükümdar, Halife'nin mektubu okunurken hazır bulunmaları için beylerini, kumandanlarım ve ailesi fertlerini topladı. Perşembe günü hepsi toplanınca yanı­mızda getirdiğimiz iki bayrağı açtık. Halife tarafından bizimle gönderilen eğerle hükümdarın atını eğerledik. Kendisine siyah hilâtlar giydirdik. Sarığını sardık.75 Bundan sonra Halife'nin mektubunu çıkardım. Hükümdara, «Halife'nin mektubu oku­nurken oturmamız doğru olmaz.» dedim. Bunun üzerine, o vememleketinin ileri gelenleri ayağa kalktılar. Hükümdar çok şişman ve göbekli idi.
KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN 
Mektubu okumaya başladım. Giriş kısmını okuyup,« Sana selâm olsun. Seninle beraber, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a hamdederim.» cümlesine gelince «Emîr el-Mü'minîn (Halife) nin selâmını al (iâde et).» dedim. O ve yanındakiler hep birlikte selâmı aldılar. Ben mektubu okuyorum, tercüman harfi harfine tercüme ediyordu. Mektubun okunmasını bitirin­ce, oradakiler hep bir ağızdan tekbir getirdiler. Yerler sarsıldı.
Sonra, hükümdar ayakta iken vezîr Hâmid b.el-Abbâs'm?1* mektubunu da okudum. Oturmasını emrettim. Nezîr el-Hara- mî'nin mektubu okunurken oturdu. (204a) Bu mektubun okun­ması tamamlanınca, adamları hükümdarın üzerine çok miktar­da gümüş para saçtılar. Bundan sonra ona ve karısına getirdi­ğimiz ıtr, elbise, inci gibi kıymetli hediyeleri çıkardım. Bunla­rı birer birer ona ve karısına takdim ediyordum. Nihâyet, bu işi de bitirince halkın huzûrunda, hükümdarın karısına hilât giydirdim. Hâtûn?? hükümdârın yanında oturuyordu. Bu onla­rın âdetidir. Hâtûna hilât giydirince, kadınlar onun üzerine gü­müş paralar saçtılar. Biz de çadırlarımıza döndük.
Biraz vakit geçtikten sonra bize adam gönderip çağırttı. Yanma girdik. Kubbeli çadırında idi. Çocukları ise önünde otu­ruyorlardı. Kendisi tek başına, Rum dîbâcıyla örtülü tahtı üze­rinde oturuyordu. Herkes toplandıktan sonra, sofranın getiril­mesini istedi. Üzerinde sâdece kızartılmış et bulunan sofrayı getirip önüne koydular. Bir bıçak aldı. Bir lokma kesip yedi. İkinci ve üçüncü defa da aynı şeyi tekrarladı. Sonra bir parça kesti. Elçi Sevsen'e verdi. Sevsen bunu alınca ona küçük bir sofra geldi. Önüne kondu.


Adetleri böyledir. Hükümdar, kendisine bir lokma vermedikçe hiç bir kimse yemeğe elini uzatmaz. Hükümdarın verdiği lokmayı alana bir sofra gelir78
Sonra, bana bir lokma verdi. Bana da bir sofra geldi. Bir parça daha kesip sağındaki beye verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, ikinci beye bir lokma verdi. Ona da bir sofra geldi. Son­ra üçüncü beye bir lokma kesip verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, dördüncü beye bir lokma verdi. Ona da bir sofra geldi. Sonra, çocuklarına birer parça verdi. Onlara da sofralar geldi. Her birimiz kendi sofrasından yemek yiyor, başkasının sofra­sına el uzatmıyordu. Ve yemeğini yeyince sofrasından arta kalanı kendi evine (çadırına) götürüyordu.
Yemeğimizi yedikten sonra, hükümdar bir gün ve bir ge­ce (24 saat) önce yapılmış bal şerbeti istedi. Onlar buna «sü- cüvv»79 diyorlar. O ve biz bundan birer kadeh içtik. Sonra aya­ğa. kalkıp «Allah, Efendim Emîr el-Mü'minîn'euzun ömürler versin. Bu, ona olan memnuniyetimin nişânesidir.» dedi. Onun ayağa kalkması üzerine sağındaki dört bey ve çocukları da aya­ğa kalktılar. Biz de ayağa kalktık. Hükümdar bu hareketi üç defa tekrarladı. Sonra yanından ayrıldık.
Ben gelmeden önce hükümdarm camisinin minberinde onun adına, hutbe «Ey Allah'ım, Bulgarların hükümdarı Yütivâr'ı İs­lah et.» şeklinde okunuyormuş. Ona, «Hükümdar sadece Allah'­tır. Minberde Allah'tan başkası bu adlaanılamaz. Efendim Emîr el-Mü'minîn (Halife) bile doğuda ve batıdaki, minberlerde ken­disine «Ey Allah'ım! Kulun ve halifen Emîr el-Mü'minîn Ca'fer el-îmâm el-Muktedir bi Allah'ı islâh et.» denilmesiyle yetinir. Ondan önceki halife ataları da aynı şekille yetinirlerdi. (204b) Hazret-i Peygamber ise, «Hıristiyanların Meryem oğlu isa'yı övdükleri gibi, beni aşırı derecede övmeyin. Ben sadece bir ku­lum. Bunun için, Allah'ın kulu ve resûlü deyiniz.» buyurmuş­tur.» dedim.
Bunun üzerine, «Benim adıma nasıl hutbe okunması câiz olur?» dedi. Ben de «Senin ve babanın adı ile.» dedim. Hüküm­dar «Babam kâfirdi. Onun adının minberde söylenmesini iste­mem. Benim adımı da bir kâfir verdiğine göre, adımın da hut­bede zikredilmesini arzu etmem. Acaba, efendim Emîr el-Mü'- minîn'in adı nedir?» dedi. Ben, «Ca'fer» dedim. Hükümdar «Be­nim, onun adını almam doğru olur mu?» dedi. Ben de «Evet, olur» dedim. Bunun üzerine, «Kendi adımı Ca'fer, babamın adı­nı Abdullah şeklinde değiştirdim.» dedi. Hatibe, hutbeyi bu isimleokumasını emretti. O da bu emri yerine getirdi. Bundan aonra, onun adına hutbe «Ey Allah'ım! Emîr el-Mü'minîn'inmevlâsı ve kulun Bulgar hükümdarı Ca'fer b. Abdullâh'ı islâh et.» şeklinde okunuyordu.
Mektubun okunmasından ve hediyelerin verilmesinden üç gün sonra, hükümdar bana adam gönderip huzuruna çağırdı. Halife'nin gönderdiği dört bin altın meselesini ve bunların ge­cikmesine sebep olan hıristiyan el-Fazl b. Mûsâ'nın yaptığı hi­leyi öğrenmişti. Zira, mektupta altınlardan bahsediliyordu. Ya­nma girince oturmamı emretti. Oturdum. Halife'nin mektubu­nu önüme atarak «Bu mektubu kim getirdi?» dedi. «Ben.» de­dim. Sonra, vezirin gönderdiği mektubu attı. «Ya bunu?» dedi. Yine «Ben.» dedim. «Her iki mektupta zikredilen paralar ne oldu?» dedi. Ben, «Toplanamadı. Vakit daraldığından buraya gelmek fırsatmı kaçırırız diye arkadan bize yetişmesi için ge­ridebıraktık.» dedim.
Hükümdar, «Siz hep beraber geldiniz. Beni esaret altına Hokan (kul edinen) yahudîlere karşı koruyacak bir kale»» yapı­mında sarfedilecek bu parayı getirmeniz için efendim size bu kadar masrafta bulundu. Hediyeyi ise benim gönderdiğim elçi dahi getirebilirdi.» dedi. Ben, «Evet, doğru. Biz elimizden ge­leni yaptık. Ne yapalım. Netice böyle oldu.» dedim. Bunun üze­rine tercümana, «Ona de ki; ben bunları tanımıyorum. Sadece seni tanıyorum. Zira, onlar cahil insanlardır. Eğer vezir senin yaptığın şeyi onların yapacağına kanâat getirseydi, hukukuma riâyet etmen, mektubu bana okuman ve cevabını dinlemen için seni buralara göndermezdi. Senden başkasından bir dirhem da­hi istemem. Parayı çıkar. Bu senin için daha hayırlıdır.» dedi.
Bunun üzerine, yanından üzgün ve korku içinde ayrıldım. İnsana tesir eder görünüşlü, heybetli, cüsseli ve şişman vücut­lu bir adamdı. Sanki bir küp içinden konuşuyordu. Yanından çıktıktan sonra arkadaşlarımı topladım. (205a) Benimle onun arasında geçen bu hadiseyi anlattım. Onlara «Bu adamdan korkmaya başladım.» dedim.
Hükümdarın müezzini kâmet ederken ezanın ifâdelerini (formüllerini) ikişer defa söylüyordu. Hükümdara, «EfendimEmîr el-Mü'minîn kendi sarayında kametin ifâdelerini birer de­fa söyletiyor.» dedim. Bunun üzerine müezzinine «Sana söyle­diğini yap. Sakın muhalefet etme.» dedi. Müezzin günlerce bu şekilde kâmet etti. Bu arada hükümdar bana paranın ne oldu­ğunu soruyor, bu konuda benimle münakaşada bulunuyordu. Ben ise paradan ümidini kestirmeye ve kendimi savunmaya ça­lışıyordum. Paradan ümidini kesince, müezzine kâmetin ifâde­lerini (formüllerini) ikişer defa söylemesini emretti. O da em­rini yerine getirdi. Bunu yaptırmakla benimle münakaşaya yol açmak istiyordu. Müezzinin kâmetin ifâdelerini (formüllerini) yine tekrarladığını duyunca, onu bu hareketten menettim. Ve bağırdım. Hükümdar bunu öğrenince beni ve arkadaşlarımı ça­ğırttı. Hepimiz toplanınca, bana işâret ederek tercümana, «Ona söyle: İki müezzin var. Biri kâmetin ifâdelerini birer defa, bi­ri ikişer defa söylüyor. Sonra, her ikisi de aynı cemâatle na­maz kılıyorlar. Namaz câiz midir, değil midir? Bu hususta ne eler?» dedi. Cevaben «Namaz câizdir» dedim. «îemâ (ittifak) ile mi? Yoksa ihtilâf ile mi?» dedi. «îemâ ile» dedim.sı
Bundan sonra tercümana, «Ona sor. Muhasara altında bu­lunan, köle haline getirilmek istenen zayıf kavimlere yardım etmek maksadiyle, bir adam bazı kimselerle para gönderse, on­lar da emânete ihanet etseler, bu kimselerin hareketi hakkında ne der?» dedi. Ben «Bu câiz değildir. Bunu yapanlar kötü kim­selerdir.» dedim. «îemâ ile mi? Yoksa ihtilâf ile mi?» dedi. Ben îemâ ile» dedim. Sonra tercümana, «Ona sor. Halife üzerime bir ordu gönderse hakkımdan gelebilir mi?» dedi. Ceva­ben «Hayır» dedim. «Ya Horasan hükümdarı?» dedi. Yine «Ha­yır.» dedim. Hükümdar, «Buna sebep mesafenin uzaklığı ve aramızdaki kâfir kabilelerin çokluğu değü mi?» dedi. Ben, - Evet.» dedim. Bunun üzerine tercümana, «Ona söyle, vallâhi ben, bu kadar uzak yerde iken efendim Emîr el-Mü'minîn'den korkuyorum. Beğenmediği bir hareketimi duyar, aramızdaki bu kadar memleketlere rağmen, hakkımda beddua eder de beni ol­duğum yerde mahveder diye korkuyorum. Siz ise, onun ekme­ğini yediğiniz, verdiği elbiseleri giydiğiniz, her zaman kendisini gördüğünüz halde, sizi bana yâni zayıf bir kavme gönderdiği elçilik vazifesi gibi kısa bir zamanda ona ve Müslümanlara iha­net ettiniz. Sözlerinde bana gerçeği söyleyen biri gelmedikçe sizden duyduğum hiçbir dînî hususu kabul etmem. Bu şekilde bir insan gelirse onun dediğini tutarım.» dedi. Bu sözler üzerine bizi haptetti. Verecek cevap bulamadık. Yanından ayrıldık.
İbn Fazlân der ki: Bu konuşmadan sonra, hükümdar ar­kadaşlarıma itibar göstermediğ halde, beni başkalarına tercih eder, yanından ayırmaz ve bana «Ebû Bekr el-Sıddîk» derdi.
(205b) Bulgar hükümdarının ülkesinde sayılamıyacak ka­dar çok acâip şeyler gördüm. Bunlardan biri şudur:
Onun ülkesinde ilk kaldığımız gece güneş batmadan tam bir saat önce semanın iyice kızardığını gördüm. Gökten şiddet­li sesler ve büyük bir gürültü geldiğini işittim. Başımı kaldır­dım. Yakınımda ateş gibi kırmızı bir bulut vardı. Bu gürültü ve sesler ondan geliyordu. Dikkatle baktım. Bulutun içinde in­sana ve hayvana benzeyen hayaller, bunların ellerinde yaylar, mızraklar ve kılıçlar bulunuyordu. Bu karaltılara dikkatle ba­kıyor, iyice farketmeye çalışıyordum. Tam bu sırada, bu bulu­ta benzer başka bir bulut ortaya çıktı. Onda da insanlar, hay­vanlar ve silâhlar görünüyordu. Bir süvari birliğinin diğerine hücum ettiği gibi bu birliklerden biri, diğerinin üzerine saldır­maya başladı. Biz, bu durumdan çok korktuk. Allah'a yalvar­maya ve dua etmeye başladık. Yerliler ise bize gülüyorlar ve bu halimize hayret ediyorlardı.[1]
İbn Fazlân der ki: Biz, bir birliğin diğerine hücumuna ba­kıyorduk. İki birlik birbirlerine giriyorlar, bir müddet sonraayrılıyorlardı. Bu hal gecenin epey bir kısmında devam etti. Son­ra her iki birlik de kayboldular. Hükümdara bunun ne oldu­ğunu sorduk. Cevaben, atalarının «Bunlar cinlerin mü'minleri ile kâfirleridir.» dediklerini, çok eski zamanlardan beri her ak­şam bu şekilde çarpıştıklarını söyledi.
Ibn Fazlân şöyle der:
Sonra, hükümdarın aslen Bağdad'tan olup tesadüfen bu taraflara gelmiş olan terzisi ile konuşmak için kubbeli çadırı­ma girdik. Kur'ân'dan yarım sübu (1/14) okuyacak kadar za­man geçmemişti. Konuşuyor, yatsı ezanının okunmasını bekli­yorduk. Ezanın okunduğunu duyduk. Çadırdan çıktık. Bir de ne göreyim. Sabah olmuş. Bunun üzerine müezzine «Sen ne eza­nı okudun?» dedim. Müezzin «Sabah ezanı.» dedi. «Yatsı eza­nı ne oldu?» dedim. «Onu akşam namazının arkasından kıla­rız.» dedi. «Ya gece ne oldu?» diye sordum. Cevâben, «Gördü­ğün gibi. Sen gelmeden önce bundan daha kısaydı. Bu günler­de uzamaya başladı» dedi. Ayrıca, sabah namazını kaçırırımkorkusuyla bir aydır geceleyin uyumadığını söyledi, öyle ki, ak­şamleyin tencereyi ateşe koyan bir kimse, tencerenin içindeki yemek pişmeden sabah namazını kılar.
Ibn Fazlân şöyle der:
Onlarm ülkesinde gündüzlerin çok uzun olduğunu gördüm. Senenin bir kısmında gündüzler çok uzar, geceler çok kısalır. Sonra geceler çok uzar, gündüzler çok kısalır. Vardığımın ikinci gecesi kubbeli çadırımın dışında oturup semayı seyrettim. (206a) Pek az yıldız görebildim. Zannederim şurada burada on beş kadar yıldız vardı. Akşamdan önceki kırmızı şafak hiç kaybolmuyor. Gece ise pek karanlık değil. Geceleyin insan, bir ok atımlık mesafeden daha uzaktaki adamı tanıyabiliyor.
Ibıı Fazlân der ki: Aya baktım. Göğün ortasına gelmiyor. Aksine bir müddet semanın ufka yakın kesiminde göründük­ten sonra sabah olup gözden kayboluyor. Hükümdar, ülkesinin yaya yürüyüşüyle üç aylık kuzeyinde VîsûS4 denen bir kavim bulunduğunu, onların ülkesinde gecenin bir saatten daha kısa olduğunu söyledi.
Ibn Fazlân şöyle der:
Orada, güneş doğarken her yer, dağlar ve gözün görebil­diği her şey kızıl bir renk alıyor. Güneş ise büyük bir bulut ha­linde doğuyor. Göğün ortasına gelinceye kadar kızıllık devam ediyor. Memleket halkı bana, «Kışın burada geceler gündüzler kadar uzar, gündüzler de geceler kadar kısalır. Hattâ, bizden bir adam bir fersahtan daha az mesafede bulunan Etil nehrine gitmek için sabahleyin yola çıksa, oraya varmadan akşam ka­ranlığı basar, bütün yıldızlar doğup gökyüzünü kaplar.» dediler. Biz oradan ayrıldığımızda ise geceler uzamış, gündüzler kısal-mıştı.
Onlar köpeklerin havlamasını çok uğurlu sayarlar. Böyle bir şey duyunca sevinirler, O senenin bolluk, bereket vesulh senesi olacağını söylerler.
Bulgar ülkesinde pek çok yılan yaşar. Hattâ, ağacın bir dalma on veya daha çok yılan dolanır,. Bununla beraberyılan­ları öldürmezler. Yılanlar da onlara birşey vapmaz. O kadarki, bîr yerde hemen hemen yüz zirâdan daha uzun, yere yıkıl­mış bir ağaç gördüm Gövdesi de gayet kalındı. Ayakta dur­muş ona bakıyordum. Bir aralık ağaçgüveysi hareket etme­ye başladı, irkildim. Dikkatle baktım. Bir de ne göreyim, üze­rinde hemen hemen ağacın kalınlığına ve uzunluğuna yaknı büyüklükte'yılan var. Senil görünce, ağacm üzerinden yese.., inip ormanın içinde kayboldu. Dehşet içinde dönüp, hadiseyi hükümdara ve meclisindekilere anlattım. Buna aldırış bile et- mediler. Hükümdar, «Korkma, sana birşey yapmaz?» dedi.
İbn Fadlan'ı seyahatini gösteren bir minyatür
 KİTAP'IN ORJİNAL SAYFALARINDAN OKUMAK İÇİN SAYFANIN EN ALTINA BAKIN


Bir gün hükümdar ile bir yere indik. Ben ve arkadaşla­rım; Tegîn, Sevsen, Bâris ve yanımızda bulunan hükümdarın adamlarından biriyle ağaçlar araşma girdik. Iğjcadar ince ve daha uzun, yeşil ve küçük bir ağaç gördük, içinde yeşil bir da­mar, bu"damarın ucunda geniş ve yere yayümış, âdeta yerde bitmiş gibi "bîr yaprak, bunun içinde taneler var. Bu taneden yiyen kimse onun «emlîsî narı» olduğunda tereddüt_bıle_etmez._ (206b) Bundan yedik. Tadı çok güzeldi. Durmadan ondan arayıp yiyorduk.
Çok yeşil, şarap sirkesinden daha ekşi bir çeşit elmaları var. Bu elmayı kızlar yer. Yeyince semizledirler. Onların ülkesinde fındık ağacından daha çok ağaç görmedim  40X40 fersah genişliğinde findik ormanları gördüm.
Orada adını bilmediğim bir ağaç daha gördüm. Çok yüksek olup gövdesi yapraksızdı. Başı hurma ağacınınbası gibi, yaprakları ise ince hurma yaprağına benzer, fakat toplıı bir haldeydi. Onlar bu ağacın gövdesinin bir yerini delip, bu kısım altına bir kap yerleştiriyorlar. Bu delikten kabın içine bal­dan daha tatlı bir mâyi akıyor,insan bundan çok miktarda içerse şarap gibi sarhoş ediyor.
.Buğday ve arpanın bol olmasına rağmen en çok dana ve at eti yerler. Bir kimse bir şey ekerse onu kendisi için hasad eder. Hükümdarın bundan hissesi yoktur. Yalnız, her ev sene­de bir, hükümdara bir samur kürk verir. Hükümdar askerle­rini herhangi bir yere akm yapmak için gönderir ve askerleri ganimet elde ederlerse bundan muayyen bir hisse alır. Düğün yapan veya dâvet tertip eden herkesin, verdiği ziyâfete göre, hükümdara bir hisse ayırması, bir sâhrecse bal ııebîzi ve bîr miktar bozulmuş buğday vermesi mecburîdir.87 zira, onların ülkesi rutubetli ve havası ağırdır.88 Yiyeceklerini saklayacak yerleri de yoktur. Ancak, yerde kuyular kazıp yiyeceklerini bunlara koyabilirler. O da birkaç gün geçtikten sonra kokar ve bozulur. İstifâde edilemeyecek hale gelir.
Zeytinyağı, susamvağı ve tereyağı kullanmazlar. Bütün bunların  verine balıkyağı kullanırlar . Bu sebeple kalan bütün eşya fena kokar. Arpadan bir çeşit çorba yaparlar. Bunu Teenc erkekler ve kızlar icerler, Bazan arpayı etle pişi­rirler. Erkekler bunun etini, kızlar ise arpasını yerler. Yalnız, çorha_teke basiyle pişirilirse bunun etinden tuzlar da yerlen/
Hepsi kalpak giyerler.w Hükümdar ata seyissiz, tek ba­şına biner. Gezerken yanında muhafız bulunmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes ayağa kalkar. Kalpaklarını çıka­rıp koltuklarının altına alırlar. (207a) Hükümdar geçince tek­rar başlarına giyerler. Aynı şekilde, hükümdarın huzûruna gi­ren herkes; küçük ve büyük, hattâ çocukları ve kardeşleri bi­le, onu gördükleri zaman kalpaklarım çıkarıp koltuklarının al­tına alırlar. Sonra, başlariyle selâm verip otururlar. Daha sonra kalkıp, hükümdar oturmayı emredineeye kadar ayakta durur­lar. Onun önünde oturan herkes diz çökerek oturur. Kalpağım koltuğundan çıkarmaz. Huzurundan çıkıncaya kadar saklar. Yanından ayrıldıktan sonra tekrar giyer.
Hepsi kubbeli çadırlarda, otururlarız Yalnız, hükümdarın çadırı çok büyüktür. Bin ve daha fazla insan alabilir. İçi kir­meni kumaşlariyle döşenmiş olup ortasında Rum dibaeıyla (brocart) örtülü bir taht vardır.
Onların âdetlerine göre, bir kimsenin oğlunun erkek çocu­ğu doğarsa, onu babası değil, dedesi alır. «Bunu, adam olun­caya kadar bakmaya babasından daha lâyıkım.» der.
93 Bir adam ölünce ona çocukları değil, kardeşleri mirasçı olurlar a-» Hükümdara, İslâmiyet'e göre bunun câiz olmadığım söyledim. Mirasın nasıl intikal edeceğini iyice anlayıncaya kadar izah et­tim.
Onların ülkesinde en çok gördüğüm şeylerden biri de yü- dırımdı. Bir eve (çadıra) yıldırım düşünce ona yaklaşmayıp, içinde bulunan insan, eşya ve diğer şeylerle kendi haline bıra­kırlar. Bunlar zamanla mahvolurlar. Ve «Bu ev sâkinleri Al­lah'ın gazabına uğramış kimselerdir» derler.95
Bir adam diğerini kasten öldürürse, sucuna karşılık kısas olarak onu da öldürürler. Hatâ ile öldürürse, öldüren için kayın ağacından bir sandık yaparlar. Katili bunun içine koyup, yanı­na üç şomun, bir testi su bıraktıktan ve üzerini çiviledikten sonra, deve havudunun ağaçlarına benzer üç ağaç dikerek suç­luyu bunların arasına asarlar. «Biz, onu yer ile gök arasında bırakıyoruz. Güneş ve yağmura maruz kalsın. Belki Allah acırda kurtulur derler. Zamanla çürüyünceye ve rüzgârlar götürünceye kadar bu şekilde asılı kalır.96        ,

Cevval zekâlı ve bilgili bir adam gördüler mi «Bunun rab- bımıza hizmet etmesi gerekir» derler. Onu yakalayıp boynuna ip geçirdikten sonra ağaca asarlar. Parça parça olup yere düşünceye kadar bu şekilde kalır.
Hükümdarın tercümanı bana şunu anlattı:
 «Sindli bir adam tesadüfen buralara geldi. Bir müddet hü­kümdarın hizmetinde çalıştı. Kâbiliyetli ve zeki biri idi. Bir ara yerli halktan bazıları ticâret için bir yere gitmek istediler. Sindli onlarla beraber gitmek için hükümdardan izinistedi. Hükümdar önce buna razı olmadı. Fakat, Sindlinin İs­rarı üzerine gitmesine izin verdi. Gemideküer onun cevvâl ze­kâlı, akıllı bir adam olduğunu görünce birbirleri ile konuşup «Bu rabbımızm hizmetine lâyıktır. Ona gönderelim.» dediler. Yolları üzerindeki bir ormandan geçerken adamı gemiden in­dirip boynuna bir ip geçirdiler. Adamı, bu şekilde yüksek bir ağacın başına astıktan sonra bırakıp gittiler.



Yolda yürürlerken içlerinden biri idrarını yapmak ister ve silâhı üzerindeyken idrarını yaparsa onu soyarlar. Ü zerindeki silâhını, elbisesini ve her şeyini alırlar. Bu hareketini onun câhil ve kâbiliyetsiz bir kimse olmasına yorarlar. Bu onlarda âdettir, Eğer, bir kimse silâhlarını çıkarıp bir kıyıya koy­duktan sonra idrarını yaparsa bu hareketini kâbiliyetine ve bil­gisine yorarlar. Ona dokunmazlar.
Kadınlar ve erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. »Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır. İçlerinden biri zina ederse, kim olursa olsun, dört kazık çakıp zina edenin el ve ayaklarını bunlara bağlarlar. Son­ra" onu, boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlar. Kadına da avnı cezayı tatbik ederler. Kadın ve "erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarının parçalarından her birini bir ağaca asarlar.
Kadınlar yüzerken erkeklerden kaçsınlar diye çok çalıştıysam da muvaffak olamadım.
Hırsızı da zina yapan gibi öldürürler.
  
Bulgarlar arasında beş bin kadın ve erkekten müteşekkil, Barancer diye tanınan büyük bir âile gördük. Hepsi de müslü­man olmuşlar ve namaz kılacak ahşap bir cami yapmışlardı. Fakat, Kur'ân okumasını bilmiyorlardı, içlerinden bir kısmına namaz kılacak kadar Kur'ân öğrettim.
Benim elimle Tâlût adında biri müslüman oldu. Ona Ab­dullah adım verdim. Bunun üzerine, «Bana, senin kendi adını vermeni istiyorum» dedi. Adını hemen Muhammed olarak de­ğiştirdim. Bu adamın karısı, anası ve çocukları müslüman olup hepsi de Muhammed adını aldılar. Ona, «El-Hamdu lillâh...» ve «Kul huvallâh ahad...» surelerini öğrettim. Bu iki sureyi öğ­renmekten dolayı duyduğu sevinç, Bulgar hükümdarı olsa du­yacağı sevinçten daha fazla idi.