5 Mart 2015 Perşembe

Türkman 3


Bilindiği gibi Avşarlar, Oğuzlar'ın yirmi dört boyundan birisidir. İslamiyet'in kabulüyle birlikte, özellikle Gazneli Mahmut zamanında, Oğuzlar'a "Türkmen" deniyor. Türkmen, Müslüman olan göçebe Oğuzlar'ın ikinci adıdır. Dadaloğlu'nun bağlı bulunduğu Avşarlar da bu Türkmen oymaklarından biridir.

Türkmen sözcüğünün nasıl doğduğu, bu sözcüğün kimler tarafından ilk kez söylendiği konusunda bilim adamları ve tarihçiler birtakım görüşler ileri sürmüşlerdir.

Türkmen sözcüğünü ilk kez Gazneli tarihçi Gerdizi kullanmıştır. Daha sonra tarihçi Makrizi de Türkmen deyimini kullanır. Kaşgarlı Mahmut bu ismin Büyük İskender tarafından verildiğini belirtir. Tarih-i Güzide sahibi Hamdullah-i Mustevfi'ye göre, bunlara, İran'a geldiklerinde, "Kimsiniz?" diye sormuşlar. Onlar da, "Men-Türk (Ben Türk) diye yanıt vermişlerdir. İşte Türkmen ismi buradan doğmuş diye belirtir.

Tanınmış tarihçi De Goeje (Michael Jan) ise Türkmen kelimesinin Türk-Koman adından geldiğini ileri sürer. Prof Mükrimin Halil Yinanç da "men-man" ekinin aynı zamanda "koca, iri, büyük" anlamlarına geldiğini, böylece "Koca Türk, Büyük Türk" sözünden doğduğunu belirtir.

Deny ise:

"men-man" kuvvet ekidir ve Türkmen "Öztürk" anlamına geldiğini söyler. Emir Müeyyiddin Ebilfide, bunlar başka dil bildiklerinden "tercüman"dan Türkmen dendiğini bildirir.'

İbni Kesir ve Mehmet Neşri de Türk kelimesinin "Türki-i iman"dan geldiğini söyler.

Türkmen adının etnik bir topluluğu anlatmadığı, bu deyimin Türkçe konuşan halkları tanımlamak için ilk kez Araplarca kullanıldığını söyleyenler de vardır.
Bu görüşlerin hangisinin daha doğru olduğunu belirtmek bizim konumuzun dışındadır. Ama bu görüşlerin hepsinde gerçek payı olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka gerçek de şu ki, İslam'dan önce Türkmen kelimesi hiç kullanılmamıştır. Bu kelimenin ortaya çıkması İslamiyet'in yayılmasıyla birlikte olmuştur.
Oğuzlar, İslam olduktan sonra "Türkmen" olarak da tanınmaya başlamışlardır.

Nitekim Prof. Dr. Faruk Sümer:

"Türkmen, Müslümanlar'ın, İslam olan Oğuzlar'a taktığı bir addır" demektedir.

Kaynakça
Kitap: AVŞARLAR VE DADALOĞLU
Yazar: Ahmet Z. Özdemir

4 Mart 2015 Çarşamba

TÜRKMAN/Türkmən/ 2

TÜRKMAN/Türkmən/ 2



 Türkmen Tarihi' denilince, genellikle İslamı kabul etmiş Oğuz Türkleri ve bu ad altında onların tarih sahnesine çıktıkları dönemden günümüze kadar ki tarihi süreçleri akla gelmektedir. Özellikle de, bu isimle daha ziyade Oğuz Boylarının Müslüman-Türk kimliklerine vurgu yapılarak, onların tarihsel konumu belirlenmektedir. Oysa, son dönemlerde ortaya çıkarılan Sogd vesikalarından anlaşıldığı kadarıyla, 'Türkmen' adı Oğuzlardan ve özellikle de Müslüman - Türk kimlikli topluluklardan büsbütün bağımsız olarak oldukça erken bir dönemde etnik ve coğrafi bir tanımlama olarak kullanılmaktaydı. Aşağıda da değinileceği gibi, bu durumu göz önüne alırsak, 'Türkmen' adını daha özel bir anlatımla kullanmamız gerekecektir. Yine bunun gibi, muhtemelen Sogdlar vasıtasıyla 'Türkmen' ibaresi İslam kaynaklarına intikal etmiş, tıpkı 'Türk' (Terk/Terk etmek) adı gibi Arap müellifleri tarafından yanlış okuma ve benzetme yoluyla İslamiyeti kabul etmiş Oğuz ve Karluk boylarına yakıştırılmıştı. İşin içine, 'Türk-İman' gibi o dönem için 'gönül okşayıcı' bir ifade de karışınca özellikle Selçuklular sayesinde daha çok Oğuz boylarını kapsar bir biçimde 'Türkmen' adı yaygın bir hal almıştır. Yani, bu yanılgı her iki tarafın (ismi kullananlar olarak İslam müelliflerinin, ismi benimseyenler olarak Oğuzların ve özellikle de Selçuklu hanedanlığının) memnuniyetini kazanınca, aynı anlamını günümüze kadar korumuştur. Her ne kadar, bu adın etimolojisi üzerine bazı yorum ve açıklamalar yapılmışsa da, henüz hiçbir tarihçi tarafından 'Türkmen' adının Oğuz ve İslam'ı benimsemiş bir takım Türk boyları dışında bir başka kavime ait olup olmayacağı tartışılmamıştır. Hal böyle olunca, burada 'Türkmen' adı üzerine açıklayacağımız görüş ve düşünceler bir takım sert eleştirilere neden olma ihtimali çok yüksektir. Ancak, tarihçiyi yargıya götürecek kararlılık tarihsel verilerin teşviki ve takdimiyle mümkün olmaktadır. 

Dolaysıyla, gerek 'Türkmen' adı ve gerekse de 'Türkmenlerin Menşei' söz konusu olduğunda iki ayn ve farklı tarihsel süreci birbirinden ayırmak gerekecektir: 

Birincisi, 'Türkmen' adı iki farklı anlamda yorumlanmıştır; ikincisi, Türkmen kimliği ile köken olarak farklı olmasalar da tarihsel süreç farkıyla iki ayn Türk topluluk söz konusu edilmektedir. Bunun açıklamasına ve yorumuna aşağıda değineceğiz.

Türkmen Adı

En az 'Türk' adı kadar tartışmalı ve açıklanması güç bir isim olan 'Türkmen' adı üzerine çok sayıda yorum ve çalışma yapılmıştır. Üzerinde en fazla durulan ve en çok taraftar kitlesi bulunan yorumlan Peter B. Golden ve Sergey G. Agacanov özetleyerek, uzun bir süreliğine bu tartışmalara son vermiş gözükmektedirler. 

Peter B. Golden, Samaniler döneminde Orta Asya'da Islamiyeti kabul eden Türklerden yalnız ikisi: 

Oğuz ve Karluk grupları için "Türkmen" adının kullanıldığını belirtmektedir. Konunun uzmanlarından S. G. Agacanov, Karluk ve Oğuzlar'ın İslam devletine sınır ülkeler olmalarını, yapılan İslam! fetihler sonucu büyük bir Karluk ve Oğuz nüfusunun Samaniler Devleti'nin idaresinde bulunduklarını esas göstererek bunlar arasında ister gönüllü, isterse de zorla İslamı kabul edenlere Müslüman kaynaklar tarafından 'Türkmen' adının verildiğini söylemektedir. Ancak, şunu da belirtelim, S. G. Agacanov ciddi bir iddia ortaya koymasa da Arap müelliflerinin görüşünü desteklemediğini belirtmiştir. Bu yorumu esas kabul edersek 'Türkmen' adının İslam! bir nitelik arz ettiği anlaşılacaktır. Nitekim, tarihçileri bu düşünceye götürenler Arap müellifleri olmuşlardır. Ancak, onlar da pek düzenli bir fikir belirtmiş değillerdir. Hatta zaman zaman takma bir kimliğe vurgu yaptıklarını da belli eder gibidirler. Bu kanının pekişmesinde hiç şüphesiz, Biruni'nin büyük katkısı olmuştur. 'Kitab el-Cemahir' adlı eserinde İslam dinini kabul etmiş Oğuzlar için 'Türkmen' adının kullanıldığını, bunun da 'Türkmenend' anlamına geldiğini vurgulamıştır. Bu tanımlamaya karşı çıkan Agacanov, 'Türkmen' adının ortaya çıktığı tarih hakkında bir takını belirleyici açıklamalar ortaya atmasına rağmen, bu adın Oğuzlar için kullanıldığı konusundan taviz vermemiştir. 

Muhtemelen, adın Oğuz öncesi toplulukları da benimsemiş olabileceğinin farkına varan Agacanov, muğlak bir tanımlama kullanarak, sorunu çözümlemeye çalışmıştır: 

"Orta Asya'daki eski Hind-Avrupai ahalinin torunlarıyla kaynaşan bir kısım Oğuz ve Türklere 'Türkmen' adı verilmiştir".

Arap tarihçiliğinin yaygın bir özelliği bulunmaktadır. Özellikle, komşuları ve dıştaki 'mecusi olarak değerlendirdikleri Türk toplumları' hakkında sarf edilen temel tanımlamayı ısrarla dilden dile dolaştırarak devam ettirmektedirler. Türkler için Arap kaynaklarında kullanılan 'mecusi', 'Yecüc - Mecüc' ve buna benzer tanımlamalar, ancak tevazu sahibi bazı müelliflerin sansürüne takılmış, bunların dışında ise Türklerle ilgili bilgi aktaran bütün kitaplarda geçmektedir. Nitekim, 'Türkmen' adı da bu mealde kullanılmış ve yorumlanmış olmalıdır. Özellikle, büyük kitleler halinde gönüllü veya gönülsüz biçimde Türklerin İslam saflarına geçtiği dönemlere ilişkin bilgi veren Arap müellifleri, 'Türkmen' adını ve anlamım hemen hemen aynı içerikte kullanmışlardır. Bunlardan Mervazi, "Oğuzlar'ın bir kısmı Müslüman olunca Türkmen adını aldı ve onlarla Müslüman olmayan Türkler arasında savaşlar başladı"60 demektedir. Mervazi'nin yorumuna Biruni, Kaşgarlı, Neşri'nin açıklamaları eklenince bir sıra Türk tarihçisi "Türkmen" adının Türk"-"man" ve 'Türk-iman' kelimelerinden türediğini kabul ederek, kelimeye "iman etmiş Türk" ve 'Türke benzeyen' anlamını yakıştırmışlardır.

Böyle bir benzetmenin dayanak noktası şudur: 

Türkler öteden beri tek Tanrı inancına sahip olduklarından dolayı İslamiyeti kolaylıkla kabul etmişlerdir. Son dönemlerde yapılan çalışmalar bu tezin geçersiz olduğunu ortaya çıkardı. Ahmet Yaşar Ocak'ın da belirttiği gibi "aşırı yorumlar" kayda alınmazsa Türklerin İslamiyet konusunda inişli çıkışlı bir yol izledikleri kabul edilmelidir. 

Müellife göre, Türkler'in İslam anlayışı, inanç bakımından eski dinlerinden (Şaman, Buda, Mani ve Zerdüşt dinlerinden — ki, Türkler zaman zaman bu dinleri benimsemelerine karşılık genellikle Gök Tanrı ve Şaman inancını taşımaktaydılar — ) pek fazla kopuk olmamış ve Hetrodoks bir nitelik taşımışlardı. Bu açıklamaları da hesaba katacak olursak, büyük ölçüde dinsel içerikte kullanılmakta olan "Türkmen" adının "Türk-manend" yorumu üzerine kuşkuların sayısı epeyce artacaktır.

Bu kuşkuları daha önceden fark etmiş bazı araştırmacılar, sorunun çözümünü kelimenin etimolojik olarak yorumlanmasında aramışlardır. Bu da neticede, çok sayıda etimolojik yorum ve çalışmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkmen etnonimi hakkında ilk çalışmaların müellifi olan Rus şarkiyatçı N. A. Aristov'a göre "Tyurk-men" - "Turk/Türk" ve "men" kelimelerinden ibaret olup, buradaki "men" - toprak, yer, vatan anlamında kullanılan "ben"in İslam kaynaklarındaki versiyonudur (örğ. "Kuban/Kuman"). Kendisinden çok sonra konuya dikkat çeken Sovyet tarihçilerinden D. E. Yeremeyev, N. A. Aristov'un görüşüne destek çıkmış, "Şaman, karaman, akman, becermen" gibi örneklerle "men" kelimesinin Türklerde kullanışının yaygınlığına dikkat çekmekle kalmamış, ayrıca "men'in bir diğer anlamının olduğunu da vurgulamıştır. Yeremeyev'e göre, Türklerde "men" eki ataman, gökmen, öğretmen kelimelerinde olduğu gibi "insan" anlamına da gelmektedir. Tarihçinin şahsi kanaati kelimenin "Türk insanı" olduğu yönündedir. O. Tumanoviç, kelimenin ikinci sözcüğünün Arap asıllı olduğuna dikkat çekerek "Türkmen" adının anlamını "tyurkskiye lyudi" olarak Rusçaya aktarmıştır. "Lyudi" kelimesi Rusçada geniş bir anlama sahiptir. Sözcük, Türkçe'de "insanlar, adamlar, kimseler, halk" gibi anlamlar yanında "eleman, mensup, personel" gibi manaları da içermektedir. Anlaşılan, O. Tumanoviç bununla "Türk insanı, Türk halkı"nı kastetmektedir. A. A. Roslyakov ise "Türkmen" teriminde men'in bir ek olduğunu vurgulasa da, Turmanoviç'in açıklamasını (men/man-plemya, yani kabile/boy/uruk, lyudi/insan/halk) kabul etmektedir. A. Vambery'de "Türkmen" adını "Türk İnsan(lar)ı anlamında açıklamıştır.

Bu belirtilenler dışında J. Deny (Öz Türk, Safkan Türk), 1. F. Blaramberg (tur-y-keman -tur-keman-turkman), L. Ligeti (Öz Türk, Safkan Türk), F.Sümer (Öz Türk), A. Bekmuradov (tir-ke-man) ve V.V. Barthold (Turk Kuman/Kumantürk) gibi tarihçiler "Türkmen" adının anlamı ve etimolojik kökeni hakkında çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Dikkat edilecek olursa, yapılan yorumlar kelimenin çizdiği dilsel boyutların dışına çıkmamaktadır. 

Ancak burada hesaba katılmayan bir husus daha vardır: 

yapılan etimolojik yorumlar tarihsel içerikten yoksun bırakılmıştır. İlk kez bu yorumların dışına çıkmaya çalışan W. Barthold ve S. G. Agacanov olmuşlarsa da, onlar da Oğuz kimliğinin dışına çıkmaya pek yanaşmamışlardır.

Söz konusu edilmesi gereken hususlardan en önemlisi, 'Türkmen' adının Arap kaynakları dışında kullanılıp veya kullanılmadığı ve eğer kullanılmışsa hangi tarihleri kapsadığını belirlemektir. Yaygın olarak Arap coğrafya ve tarihçilerinin bölgeyi tanıdıkları dönemler VIII. yüzyılın ötesine geçmemektedir. 'Türkmen' adı ise daha sonraki dönem müelliflerinin kaynaklarında geçiyor. Yani, 'Türk-iman' yorumunun lehine bir görüş belirtecek olursak, Arapların en erken bu adı telaffuz ettikleri dönem VIII. ile IX. yüzyıllardır. Oysa, bu tarihin ötesinde kalan iki kaynağa göre, 'Türkmen' adı belirtilen anlam ve tanımlamanın dışında çok erken dönemlerde bilinmekte ve kullanılmaktaydı. İlk tanımlama, Türklerin vazgeçilmez kaynaklarından olan Çin yıllıklarında geçmektedir. Dun-Dyan veya Tun-Dyan adlı bir Çin yıllığına göre, Sui veya Sude (Sogd Ülkesi veya Türklerin ifadesiyle Suğdak veya Sogdak Ülkesi) bölgesinden bahsedilirken 'Tökü-möng' adından söz edilmektedir. Bu bilgiyi bu haliyle ilk kez V. V. Barthold zikretmiştir. Barthold, muhtemelen kelimeyi tam olarak telaffuz edememiştir. Sonraki okumalar, bu kelimenin 'Tö-kyu Möng' olduğunu belirledi. Barthold'a göre bu kaynak V. yüzyıla aittir. Daha sonra S. G. Agacanov, VIII - IX. yüzyıllara ait Çin kaynaklarında 'Tö-Kyu Möng Ülke-si'nden söz edildiğini açığa çıkartmıştır. 

Özellikle, bir toprak parçası veya daha geniş anlamda ülkeyi ifade eden bir isim olan 'Tö-kyu Möng' ifadesi açıktır ki, Çinliler bizzat Türklerin kendi dilinden almışlardır. Burada 'Tö-kyu' olarak geçen kelime Çinlilerin 'Tukyu' dedikleri 'Türk' adıdır. 'möng' ise özellikle Göktürklerin kendilerine verdikleri tanımlamayla 'mengü' demektir. Bu haliyle, Çince 'Tyuku Möng'ün Türkçedeki karşılığı 'Türk Mengü'dür74. Buradan da kısaltılmış bir biçimde 'Türk Mengü/Türkmengü/Türkmen' adının ortaya çıkma olasılığı diğer etimolojik ve açıklamalara göre çok daha olasıdır. Kelime bu nitelikte yorumlanacak olursa, 'Türkmen' adının oldukça anlaşılır bir biçimde 'Türk Mengü' anlamına geldiği, Arap kaynaklarının iddia ettiği gibi etnik ve dinsel bir kimlik taşımadığı anlaşılacaktır.

Çin kaynaklarına dayandırılan bu açıklamayı VIII. yüzyıla ait Sogd belgeleri de kanıtlamaktadır. Sogdlar, kendi sınırlarındaki bir bölge ve halk için 'Tnvkkm'n' adını kullanmaktaydılar. Araştırmacılara göre, 'Tnvkkm'n' adı Sogdca'da 'Trwkk' - 'Türk', 'ın'n' ise 'ınen' anlamına gelmektedir. Bölgeyle direkt ilişkisi olan, Araplardan daha çok bölgeyi tanıyan ve eskiden beri Türklerle irtibat halinde olan Çin ve Sogd topluluklarının tarifleri daha doğru kabul edilebilir. Özellikle, Sogdlar ticari ve diğer konularda Türklerle batı ülkeleri ve halkları arasında uzun bir süre rabıta görevini üslenmişlerdi. Başta ticaret olmak şartıyla, gerek Türklerin, gerek batılı ülkelerin ilişkisini onlar tanzim ediyordu. Sogdlu tüccarların bir diğer özelliği ticarette ve bunun sayesinde münasebette bulundukları halkların dillerini çok iyi bilmeleriydi. 

Dolaysıyla, Türkleri batılı komşularına onlar anlatmakta, tanıtmakta ve tanıştırmaktaydılar. Kendilerinin de 'Trvvkkm'n/Türkmen' dedikleri veya öyle öğrendikleri Türk ülkesinin adı onlar sayesinde Araplara intikal etmiş olmalıdır. Ancak, sonraki dönemlerde Araplar sayesinde farklı bir yoruma maruz kalan 'Türkmen' adı böylece gerçek yorumunun dışına çıkmıştır. Tıpkı, 'Türkmen' adını etimolojik olarak yorumlayan bazı araştırmacılar gibi, Araplar da bu adı 'Türk/İman' benzetmesine dayanarak Arap dilinin özelliği bakımından açıklamaya çalışmışlardır. Dolayısıyla, Arap müelliflerinin tanıttığı anlamda 'Türkmen' adı Müslüman olmuş Oğuz ve bir kısım Türk boylarının 'öz ismi' olarak algılanması ve açıklanması tümden yanlıştır. İsmin gerçeği, bizzat Türklerin kendi ülkeleri için kullandıkları 'Türk Mengü Ülkesi' anlamında 'Türk Mengü' olmuş, bu haliyle İslam kaynaklarından oldukça erken bir dönemde Çin ve Sogd belgelerine girmiştir.

Ancak, Arap müelliflerinin verdiği bilgileri de yabana atmamak gerekir. Nitekim, başta Türkler olmakla beraber gerek Çinlilerin, gerek Sogdların ve gerekse de Arapların farkında oldukları, ancak bizim anlayamadığımız hassas bir durum söz konusudur. Evet, Arapların 'Türkmen' adını Sogdlardan duydukları ve kendilerine özgü bir biçimde kullandıkları doğrudur. Ancak, bu adda Araplar için ve genel anlamda Müslümanlar için telaffuzu dahi sakıncalı olabilecek bir durum söz konusudur. Bu durum da 'mengü' sözcüğünün anlamından kaynaklanmaktadır. 'mengü', yani 'Bengü', muhtemelen Türkçe'de dinsel bir terimi karşılamak amacıyla sonradan uydurulmuştur. Bunun, Budizm, Maniheizm, Zerdüşt ve diğer dinlerin etkisiyle olabileceği ihtimali çok yüksektir. 

Türkçe'de hususta çok net bir açıklama yapmıştır: 

'Bengü/Mengü' - 'Sonsuz' anlamına gelmektedir. 'Törk Mengü' - 'Türklerin Daimi Devleti, Sonsuz Türk Ülkesi' veya 'Devleti Ebed Müddet' demektir. Bu durumda 'Türk Mengü/Türkmen(gü)' - 'Ebedi Türk, Sonsuz Türk, Ölümsüz Türk' anlamına gelmektedir. Bu anlayış, Türk düşüncesinin, özellikle de 'Türk Devlet Anlayışı'nın özünde saklıdır. Türkler, devletlerinin, hakanlarının Tanrısal olduğunu, Tanrının yer yüzündeki gölgesi olduğuna inanırlar79. Türk siyaset düşüncesinde buna 'Karalık' denilmektedir. Arapların bu anlayışa saygı gösterecekleri beklenilemezdi. Durumu nazik bir üslupla 'iman' anlamına vurgu yaparak 'Ölümsüz Türk'ü, 'İmanlı Türk' anlamında 'Türkmen' olarak açıklamışlardır.

Burada üzerinde durulması gereken bir nokta daha vardır. Gerek Çinli, gerekse Sogdlu gözlemci veya seyyahların 'Türkmen' olarak tanıttıkları ülke neresiydi? Bu soruya net bir cevap bulmak imkansızdır. Ancak, 'Türk' adının Göktürkler sayesinde ortaya çıktığı kabul edilecekse ve Göktürklerin de kendi devletlerine 'mengü Eli' dedikleri hesaba alınacaksa, burasının Göktürk Ülkesi olduğu anlaşılmaktadır. 

Bu tanımlama kabul edilebilir gözükmekteyse de bir sorun daha var: 

Çin ve Sogd kaynaklan 'Türkmongu/Türkman' adını verdikleri bölgeyi Sogd sınırında bir yerde göstermektedirler. Özellikle, Çinli kaynağın 'Tu-kyu Möng' dediği bölgeyi Sui/Sogd sınırında bir yerde tarif etmesi çok ilginçtir. Anlaşıldığı kadarıyla malumatın sahibi, Türk Ülkesini ve Türkleri gayet iyi tanımaktaydı. Buna rağmen, 'Türkmen' adını onların yaşadıkları ve oturdukları geniş coğrafyaya vereceğinden, ancak Sogd hududundaki bölgeyle sınırlandırmıştı. Nitekim, Sogdlar da bu bölgeyi kendi sınırlarında bir yerde göstermektedirler. Buradan anlaşılan, 'Türkmen' anlamında Çinlilerin tanıttıkları 'Tu-kyu Möng' ve Sogdların 'Tnvkkm'n' bölgesi, Göktürklerin kendi devletleri için kullandıkları 'mengü El/İl' veya 'Türk Mangü' olmasa gerek. Anlam olarak 'Türkmen(gü)' anlamına gelen 'Türkmen' adı Türklerin meskun bulundukları Sogd sınırında özel bir bölge olmalıdır. Peki, ama neresi?

'Türkmen' ülkesini bulmak için Sogdiyana sınırlarını taramak gerekecektir. Bunu yaparken de, 'Türkmen' adının vurguda bulunduğu bazı özel hususları da göz önünde bulundurmalıdır. Her şeyden önce, bir toprak veya ülke ve yahut da bölge adı olan 'Türkmen', burada yaşayanlar tarafından 'kutsanmış bir toprak parçası' olarak kabul edilmekte ve bu durum komşuları tarafından da teyit edilmektedir. Türklerde kutsallık atfedilen bir çok değerler olmuştur. Toprak parçası olarak 'Ötüken' - kutsal bir yerdir ve dünyanın merkezi olduğuna inanılırdı. Yine bunun gibi, Göktürkler için bir 'dağ efsanesi ve inancı' söz konusudur. Karluklular ve Karahanlılar için 'Balasagun' kutsal hesap edilmekteydi. Bunlar gibi, 'Türkmen' bölgesi de 'kutsal' değerler içermektedir. En ilginci, Çinliler, Sogdlar ve Araplar da dolaylı yoldan da olsa bunu kabul etmektedirler.

Sogd Ülkesi, Maveraünnehr'in güneyini ve orta kısımlarını kapsamaktaydı. Bu saha göçebelerin sık sık uğradıkları bir bölge olmuştu. Türk kavimlerinin bölge ile olan irtibatı çok eskilere dayanmaktadır. Bölgeye hatırı sayılır ölçüde Türk kavimlerinin göç ettiği de bir gerçektir. Ama, bu göçlerin kalıcı olmadığı, gelenlerin bir diğeri tarafından sıkıştırılarak yerlerinden kovuldukları bir vakıadır. Sogdlar ise itaatkar bir tabiata sahip olduklarından veya uğraşlarının ticaret olması yüzünden çevreleriyle genelde hep iyi ilişkiler kurmaktan yana olmuşlardı. Orta Asya'da daha eski dönemlerden itibaren ağırlığını hissettiren göçebe Türk grupları arasında Tiler önde gelmekteydi. Göktürk hanedanlığı döneminde bölgenin tamamı bu devletin idaresi altında bulunmaktaydı. Göktürk hakimi-yetini kabul eden topluluklardan biri de Sogdlardı. Sogdların bu dönemde irtibat alanı genişlemiş ve Göktürklere tabi olarak ticaret yollarını doğudan batıya katedip durmaktaydılar. Bu vasıtayla onların bölgeyi diğerlerinde çok daha iyi tanıdıklarına şüphe yoktur. Onlar kadar olmasa da Çinliler de sahanın yabancısı sayılmazlardı. Sui devrinde (581-618) Çinliler Sogdiyana sınırında bulunan bir Türk topraklarından söz ederler. Bunlar K'ang-kuo olup, Ti, sonraki adlarıyla T'ieh-le'lerin yedi kolundan dördüncüsü idi. 'Sui-shu'nun tarifine göre, "K'abg-kuo, (yani Kang krallığı, Sogdiyana, özellikle Semerkand)'nin kuzey tarafında ve A-t'e ırmağı (İdil veya Sır-derya nehirlerinden biri) boyunca oturan T'ieh-le'lerden bir gruptu". Töles Boyları hakkında geniş bilgiler veren Pei-Shih'de ise, bu bölgede oturan Türkler hakkında çok daha teferruatlı açıklamalara rastlamaktayız. Ona göre, "Semerkand (K'ang-chü)'ın kuzeyi, A-te suyunun (Sırderya) yanında Ho-shih, Po-hu, Pi-kan, Chü-hai, Ho-pi-shi, Ho-t'o-su, Pa-ye-wei, Ho'ta ve diğerleri yaşamaktadır. Bunlar otuz binden fazla askere sahiptirler". A. Taşağıl'a göre, "Semerkand civarı Seyhun ve Ceyhun nehrleri arası (Maveraünnehr), eski çağlarda bile K'ang-chü olarak anılmakta idi". A. Taşağıl'ın belirttiği coğrafya çok geniş bir araziyi kapsamaktadır. Nitekim, bazı kaynaklar bu coğrafyayı doğru olarak tayin etmemize fırsat tanımaktadır. K. Czegledy'e göre, "Taşkent'in kuzey batı istikametinde, Sırderya ve buradan kuzeye uzanan Karatau dağları bölgesinde, Avesta'nın Kangha adıyla andığı nomad ülkesi vardı. Çinliler, m. ö. II. yüzyıldan başlayarak Kangha ülkesini Kangkil ismiyle sık sık kaydederler. Çin kaynaklarına göre, Kangkü'nün baş-kenti Taşkent'in kuzey batısında, Sırderya'nın kuzeyindeydi. Topraklan, doğuda Talaş ve Çu nehri bundan başka Isık Göl bölgesini de içine alıyordu". 

Sözü edilen bölge Ti kavimlerinden biri olan ve muhtemelen erken bir dönemde onlardan kopup Maveraünnehr topraklarına gelip burada kendi adlarıyla bir ülke oluşturan Kang boylarının meskun oldukları Kangklı toprakları idi. V-IX. yüzyıllar arasında Çin kaynakları Kangklı ülkesinin bulunduğu topraklarda Sogdların oturduğunu belirtiyorlar. Yine bu dönemden itibaren, yani V. yüzyıldan itibaren Çin kaynakları Sogdların sınırında bulunan 'Türkmen' ülkesinden söz ederler. Sogdlar da VIII. yüzyılda kendi sınırlarında böyle bir ülkenin varlığından ve 'Türkmen' adıyla tanındığından bahsetmektedirler. Yukarıda da belirtildiği gibi, Çinli ve Sogd kaynaklarının adını çektikleri ülke, Sogdiyananın merkezi olan Semerkand'ın kuzeyi, Sırderya yakınlarında olmalıdır. Nitekim, bu dönemlerde bu bölgede bir Töles grubu oturmaktaydı. Sogdiyana yakınlarında bu dönem için Türklerin kalabalık olarak oturdukları başka bir bölgeden söz edilmemektedir. Anlaşılan, Çinlilerin ve Sogdların Türkmen dedikleri topraklar Semerkand'ın kuzeyinde ve Sırderya civarında Töles boylarından müteşekkil birçok kabilenin oturduğu bir ülke idi. Bu Töles kabilelerinin barındıkları bölgeye kendilerinin de 'Türkmen(gü)' dedikleri kesindir. Aksi taktirde her iki kaynak (Çin ve Sogd) aynı ismi kullanmazdı. Nitekim, Arap kaynakları da bu bölgenin ve bu bölge yakınlarında oturan ve Müslümanlığı kabul eden Türk boylarından Karluk ve Oğuz gruplarına Türkmen demekteydiler. Bütün bunlar bizim tezimizi destekler niteliktedir.

Böylece, 'Türkman' adı 'Ölümsüz veya sonsuz Türk' anlamında olup, Semerkand'in kuzeyi ile Sırderya çevresinde oturan Ti veya sonraki isimleriyle Tölesler'den bir grubun oturduğu toprakların adıydı. Bu topraklar, sonradan Karluk, Oğuz ve diğer Türk boylarının yerleşim merkezi olmuşsa da, Türkmen adı, özellikle İslamiyetin bölgede yayılması sonucunda önce 'Müslüman Türklere' verilmiş, ardından da 'Oğuzların genelleşmiş adı olarak kalmıştır. Ancak, her durumda, 'Türkmen' adı birebir Oğuzlara verilmiş bir ad değildir ve daha ziyade coğrafi bir isim olduğu anlaşılmaktadır.
________________________________
Kaynakça
Kitap: HAZAR ÖTESİ TÜRKMENLERİ
Yazar: EKBER N. NECEF ve AHMET ANNABERDlYEV

Türkman /Türkmengü/Türkmən

Türkman /Türkmengü/Türkmən    


Türk kimliğinin kökeni tartışmaları Cumhuriyet Döneminin başlangıcında Güneş Dil Teorisiyle öne çıkmıştı. Daha sonra Anadolu Medeniyetleri tezi ortaya atılmış, ancak bu tez de tutunamamıştır. Artık günümüzde Türk kimliğinin Sümer, Etrüsk ve İskitlerle olan bağı bilimsel veriler ışığında gün geçtikçe açığa çıkmaktadır. 
Anahtar Kelimeler : Güneş-Dil Teorisi, Anadolu Medeniyetleri Teorisi, Sümerler, Etrüskler, İskitler.
On The Origin Of Turkish Identity

At the beginning of Republican Term, discussions on origin of Turkish Identity 
come to the fore. After that Theory of Anatolian Civilizations was maintained but that thesis did not become effective. Anymore Today, the ties between Turkish Identity and Summerians, Etuscans and Scythians become known in the light of scientific datas day by day. 
Key Words : Sun-Linguistic Theory, Theory of Anatolian Civilization, Summerians, 
Etruscans, Scythians
Türk adının ilk olarak geçtiği yazılı belge Orhun kitabeleridir. Burada Türk adı "Türük" veya "Törük" şeklinde kaydedilmiştir. Zekiyev'in aktardığına göre,Türk kelimesinin anlamı Güçlü kudretli şeklindedir. Kaşgarlı Mahmut da Türk kelimesine aynı anlamı vermektedir1. Çince'de T'u- küe şeklinde telaffuz edilir. Türk kelimesi Başlangıçta kavmi (boy ya da budun) bir varlığı değil, siyasî bir teşkilatlanmayı ifade etmekteydi2. Türk adının çeşitli kaynaklarda türlü manalar verildiği görülür. Ziya Gökalp, Türk adının yani Törük'ün Töreli anlamına gelebileceğini belirtmektedir3.
Laypanov ve Miziyev, Türkolog A. N. Kononov'un Türk etnik adının eski Türkçede "insan"
kelimesinden türediğini belirttiğini kaydederler4. Kafesoğluna göre, "Türk" tabirini Türk devletinin adı olarak kullanan ilk teşekkül Gök-Türk İmparatorluğudur. Türk adı belirli bir topluluğa mahsus etnik bir isim olmayıp siyasî bir addır. Coğrafi ad olarak Turkhia Türkiye tabirine ilk defa Bizans kaynaklarında tesadüf edilmektedir5.

Necef ve Berdiyev'in aktardıklarına göre, Türk tabirinin yanı sıra, özellikle Arap
kaynaklarında Oğuz ve Karluklar için Türkmen tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Biruni, İslam'ı kabul eden Oğuzlar için Türkmen tabirinin kullanıldığını bunun da "Türk-menend" anlamına
geldiğini        kaydetmektedir. Yine bir kısım Türk tarihçisi de Türkmen kavramının Türk-iman
kelimelerinden türediğini "iman etmiş Türk" anlamına geldiğini öne sürmüştür. Ancak İslam öncesi dönemler için de Çin ve Soğd kaynaklarında "Türk-Mengü El" tabirinin geçtiği ve "Türk-Mengü ülkesi" anlamına geldiği bilinmektedir. Mengü ya da Bengü kelimesi sonsuz anlamındadır. Bu nedenle Türk Mengü El, Türklerin Daimi Devleti - Sonsuz Türk Ülkesi - Devlet-i Ebed-i Müddet anlamına gelmektedir. Türk Mengü ise "Ölümsüz Türk" demektir. Ancak, daha sonra, Türkmenlerin İslamlaşmasıyla birlikte, Türkmen tabiri Müslüman Türk manasında kullanılmaya başlanmıştır6.

Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte, bir milli devletin oluşumu, aynı zamanda Türk kimliğinin
yeniden inşa sürecini ve tanımlanmasını da gündeme getirmiştir. Türk kimliğinin tanımlanmasında iki boyut önem taşır. Birincisi kültürel muhtevanın, diğeri ise tarihi köklerin belirlenmesidir. Cumhuriyetin başlangıcında Türk kimliğinin tarihi kökeni meselesinde, Türk tarihinin başlangıcı olarak İslam öncesi Orta Asya Hun ve Göktürk Devletlerinin tarihi esas alınmıştır. Ön Türklerin
tarihinin başlangıcı olarak da        Mezopotomya'da        tarihte ilk defa kullandıkları       yazılı belgeler
günümüze kadar ulaşan ve ilk şehir devletlerinin kurucuları olan Sümerler kabul edilmiş, Sümer merkezli Güneş Dil teorisi tezi benimsenmişti. Batılı Sümerolog ve Etrüsk uzmanlarının bu medeniyetler için yaptıkları tespitler yol gösterici olmuş, özellikle Sümerler ve Etrüskler üzerine yapılan çalışmalar bu teoriye kaynak teşkil etmiştir. Güneş-Dil Teorisinin temel tezi , dünyadaki bütün dillerin Türkçe kökenli olduğu şeklindedir. Güneş dil teorisinin öne sürülmesinde özellikle Leon Cahun'un "Fransa'da Ari Dillere Takaddüm Eden Lehçenin Turani Menşei", Yeryüzündeki dillerin Sümerce'den çıktığını savunan Sümerolog Hilaire de Barenton'un"L'Origine des Langues des Religions et des Peuples" adlı kitabı, Türk dillerindeki bazı ögelerin psikolojisi üzerine yazan
Hermann F. Kvergic ve Etrüsk dili üzerine çalışan Carra de Waux'un kitap ve görüşleri etkili olmuştur. 1936 yılında düzenlenen Türk Dil Kurultayı'nda Güneş-Dil Teorisi tartışılmıştı. Bu teoriye kaynaklık eden kitapların yazarlarından Dr.Kvergic ile Sümerolog Hilaire de Barenton da bu kurultaya katılmışlardı7. 1940'lı yılların ortalarına kadar tartışılan Güneş-Dil Teorisi, daha sonra hatalı ve abartılı olduğu gerekçesiyle bir tarafa bırakılmıştı. Atatürk sonrası dönemde kökten Batıcı kadroların etkisiyle "Güneş Dil Teorisi" yerine "Anadolu medeniyetleri" tezi öne çıkmış, Batı uygarlığıyla ortak köklerimiz olduğu görüşü benimsenmiş ve Greko-Latin kaynaklara yönelinmiştir. Anadolu medeniyetleri tezini savunanlara göre, Hititler, Truvalılar, Frigyalılar, Kapadokyalılar Türk değildi; ama biz Türkler biraz, Hititli, biraz Frigyalı, biraz Lidyalı, biraz Kapadokyalıydık 8. Bu anlayışa göre, bizim Anadolu medeniyetlerinin mirasçısı olduğumuz kabul edilmekte, Batı uygarlığıyla ortak köklerimiz bulunduğu iddiasına vurgu yapılmaktadır.

Günümüz Batı uygarlığının kurucularının ataları varsayılan Hind-Avrupalıların kökeni ve anayurtları konusu da  çözüme kavuşmuş değildir. 1860'lı yıllarda İngiltere'nin Hindistan'ı sömürgeleştirmesi sonucunda Avrupa dilleriyle Sanskritçe bağlantısı nedeniyle Hindistan kökenli olduklarına dair tez gündeme getirilmişti. J. Mallory'e göre, Hint Avrupalıların ana yurdu olarak Kuzey ve Doğu Avrupa, Batı Anadolu, Balkanlar ve Tuna boyları, Doğu Anadolu, Pontus Hazar bölgesi olduğu tezi ortaya atılmıştı9. Ancak, Mallory, Ön Hint Avrupa dili muhtemelen Pontus-
Hazar bölgesindeki avcı balıkçı toplumların konuştukları dillerden geliştiğini öne sürmektedir10.

Kadim Anadolu'da sadece Hint-Avrupa dilli toplumların değil, Türkçenin de dahil olduğu eklemeli diller grubundan dilleri konuşan toplulukların varlığı da söz konusudur. Sedat Alp'e göre, yapılan araştırmalar ile Hattice'nin Sumerce, Hurice, Urartuca ve Türkçe gibi eklemeli (aglutinant) bir dil olduğu anlaşılmıştır. Hurrice, Sumerce, Hattice ve Urartuca, Türkçe gibi bitişken dildir. Bu dillerden yalnız Urartuca, Hurricenin yakın akrabası ve onun (belki de yakın bir kolunun) MÖ 1. bini ilk yarısında Doğu Anadolu ve Azerbaycan bölgesindeki devamıdır. Hurrice'de Türkçede olduğu gibi cinsiyet ayrımı ve önek yoktur. Gerek isimler gerek fiiller sonekler ile çalışmaktadır11. Urartu dili Doğu Anadolu ve Mezopotamya'nın Hint-Avrupalı olmayan önemli dili Hurrice ile çok yakından ilişkilidir12. Alp, Hattilerde ve Neolitik Çağ'dan itibaren Anadolu'da anaerkil bir aile yapısı var olduğu halde Hititlerden itibaren Anadolu'da ataerkil bir aile düzeninin ortaya çıktığı tespitinde bulunmaktadır13.

Anadolu'da Hint-Avrupalı bir uygarlığın temsilcileri olarak görülen Hititlerin Anadoluluğu da tartışmalıdır. Anadolu'yu bir Hint Avrupalı hatta Bir Hitit yurdu olarak gören yaklaşımın aksine Hititlerin Anadolu kökenlilikleri, hatta ne kadar Hint-Avrupalı oldukları şüphelidir. Hititçe
kelimesi, Hattice'den gelmektedir. Hititçe, Hint-Avrupa dilinin henüz var olmadığı bir dönemde Hattilerin konuştuğu, Anadolu'nun eski dili anlamındadır. M.Ö. 2. Bin yılın başlangıcında Anadolu'da ortaya çıkan Hititler veya Nesier'lerin kökenleri oldukça esrarengizdir. Onlar Yakındoğu'daki ilk Hint-Avrupalılar olarak kabul edilmektedir. Uhlig'e göre, Hint -Avrupa kökenlilerin savaşarak zorla Anadolu'ya girdikleri düşüncesi ne kadar yanlışsa , onların Avrupa'dan geldiğine dair hala yaygın olan düşünce de kesinlikle o kadar yanlıştır. M. Ö. Üçüncü Bin yılda küçük gruplar halinde Kuzeyden ya da Kuzeydoğudan, ancak her durumda Asya bölgesinden Anadolu'ya sızdıkları kabul edilebilir14. Uhlig, "Sanatsal alanda olduğu gibi, dini alanda da baştan beri kendine özgü bir yanı bulunmayan Hitit uygarlığı, bir tür adapte edilen uygarlıktır. Biz bu uygarlığı her ne kadar Hitit uygarlığı olarak adlandırsak da bunun gerçekte Anadolu'da var olan Hititlerden önceki halkın dini ve kültürüyle ilgili bir uygarlık olduğunu anlamaktayız. Hititler Anadolu topraklarında bir Hint-Avrupa ara nağmesi mi? Hem evet, hem Hayır ! " demektedir15.

Yine J. P. Mallory,e göre bazı Hitit arşivleri Hatti dili içeren bir bir dilden alıntılar içermekte
ve Hint-Avrupalı olmayan bir halkın varlığını göstermektedir. Hititler, Hattilerden sadece birçok kelime almakla kalmamışlar, büyük ölçüde dinlerini, kültürlerini hattta Hitti adını bile onlardan almışlardır. Hititler kendilerini Nes dillerini Nesili olarak adlandırmışlardır16. Ayrıca, Anadolu
medeniyetlerinin tezi çerçevesinde yaklaşılan Truvalılarla ilgili arkeolojik buluntular etnik kökenleri konusunda yeterli bilgi sağlayamamaktadır. Bugün için Truvalılar hakkında en önemli kaynak Homeros'un yazdığı destanlardır. Tatar araştırmacı Nurihan Fattah, Truva ve Truvalılar ile ilgili Homeros'un İlyada destanını kaynak alarak yaptığı tahlilde, Truvalıların savaş malzemeleri olarak kullandıkları kıvrık yay ve sadaklarına, iri kargılarına savaşta Boz bir kurt postunu giymelerine ve Akhaların kalkanlarının katmerli, konveks ve yüksek olmasına mukabil, Truvalılarınkinin yuvarlak olmasına dikkati çekerek   Truvalıların    harp kıyafet ve kostümleriyle Tatar            savaşçılarına
benzediklerini belirlemiştir. Yine Truvalıların ölüden saç kesme adetiyle Hektor'un ölüsünün eşyalarıyla birlikte yakılma geleneğinin Altay Türklerinde, Hunlarda ve Bulgarlarda mevcut olduğunu bildirmekte, Homeros'un ikinci poeması Odyseia'nın konusunun Kıpçak ve Oğuz
halklarının çok iyi bildiği Alpamış destanının konusuna benzediği tespitinde bulunmaktadır17.

Bugün artık Türk diliyle akrabalığı genel kabul gören Sümer dili, henüz tam manasıyla okunabilmiş değildir. Bu konuda yeni bir okuma tarzı, bu okumalarda Türk lehçelerini esas alan Azerbaycanlı Sümerolog      Atakişi Celiloğlu Kasım tarafından geliştirilmiştir. Celiloğlu Kasım,
"Türkçe genel anlatım kuralları hesaba alınmaksızın Hind Avrupa dilini merkez alarak acele yapılmış gramer bilgilerinin ciddi yanlış okumalara yol açtığını belirtmekte, bu yanlış okumalar sonucu birtakım acayip söz grupları, mantıksız yorumlamalar ve yalancı tanrılardan oluşmuş büyük bir panteon ve en önemlisi Türkçeler açısından hiçbir zaman mümkün olamayacak özellikler meydana çıkardığını" ifade etmektedir18. Buna bazı örnekler veren Atakişi, "Sümerce TİR-AN- NA'nın bananistik tercümesinin "Göğün orman Tanrısı" şeklinde olduğu, halbuki Türkçe anlatıma göre tercüme edildiğinde gökkuşağı anlamına, yine NİN-KİLİM-TİR-RA'nın bananistik çevirisinin "Ormanın kemirgen hanım tanrısı" Türkçe anlatıma göre "kertenkele" anlamına geldiği, Sümerce NİN-KİLİM-EDİN-NA'nın bananistik çevirisinin "sahranın kemirgen hanım tanrısı" olduğunu, ama Türkçe anlatıma göre "gelincik" anlamını taşıdığını örnek göstererek, bu yanlışların hepsinin hece yazısı uygulamakla kolayca giderilebileceğini belirtmektedir19. Ayrıca, Sümerlerin çoktanrıcılığı da tartışmalıdır. Mebrure Tosun ve Kadriye Yalvaç'ın Sümer metinlerinden örnekler verdikleri kitaplarında, bir çok yerde tanrılardan bahsedilirken, bir yerde ise, "Tanrı tekdir, değiştirilemez" ifadesi kullanılmaktadır20. Aynı metinler içinde bir taraftan çok sayıda tanrıdan bahsedilirken diğer taraftan Tanrının tekliğinden söz edilmesi, önemli bir çelişki gibi görünmektedir. Bu durum,
Sümer metinlerinin yeniden Türk lehçeleri esas alınarak okunmasının gerekliliğini göstermektedir.

Etrüsk dili de çözümlenmesinde zorlanılan dillerden bir tanesidir. Araştırmacı Polat Kaya, Etrüsk Dili'nin Çuvaş, Tatar, Bulgar ve Başkurt lehçeleriyle büyük benzerlikler taşıdığını belirterek, halka hitap eder tarzda bulunan bir bronz Etrüsk heykelinin kitabesindeki cümleyi bu lehçeleri esas alarak okumuştur. İki farklı okuma arasındaki fark çok belirgindir. Hint-Avrupa dil yapısına göre bu
yazının Giuliano Bonfante ve Larissa Bonfante tarafından okunuşu şu şekildedir. " Bu anıt, Vel ve Vesi'nin oğulları Rulus Mettellius anısına bir oy çağrısı olarak, toplumca kastden tenine yapılmıştır. " Yine bu yazı Bonfantes'in kitabında şu şekilde çevrilmiştir. "Tenine bu anıtı, bir oy çağrısı olarak toplum kastınca yaptırmıştır." Polat Kaya'nın ise, okuyuşu ise daha anlamlıdır. "Mete'nin oğlu Kelenşiken (konuşkan-hatip) Gel (Kül-mümtaz) Gesi'nin heykeli tenine teke şansalı tutundu 49 sağlıklı yaşında." Bu cümleyi daha düzgün bir Türkçe ile ifade edersek, daha anlamlı hale geldiğini görürüz. "49 sağlıklı yaşında tenine(bedenine) Teke (yiğitlik) sanşalı tutunan-sarınan Mete'nin oğlu 
kelenşiken-Hatip     Gel (Kül-Mümtaz) Gesi'nin Heykeli"21. Bunun yanı sıra, İtalya genetikçiler tarafından 80 Etrüsk ölüsünün iskeletleri üzerine yapılan araştırmada, Etrüsklerle Anadolu Türk halkı arasında bir gen akışının varlığını ortaya konmuştur22. Bu araştırmanın sonucu Polat Kaya'yı teyit etmektedir.

Genelde ilk Türk toplulukları olarak Hunlar görülür. Hunların Anadolu Türk halkıyla olan genetik akrabalığı ortaya çıkarılmıştır. 2000 Yıl öncesine ait Moğolistan'ın Egin Gölü Vadisi'ndeki büyük mezarlıktaki Hunlara ve Moğollara ait olduğu belirlenen iskeletler üzerinde yapılan genetik araştırma sonucunda, Türk halkıyla bir MtDNA gen akışının varlığı tespit edilmiştir23. Genetik akrabalık ve yakınlıklar etnik ve milli kimliklerin belirlenmesinde faktörlerden sadece bir tanesidir, öncelik   kültürdedir. Avrasya coğrafyasında, binlerce yıldır, çeşitli coğrafyalara dağılan Türk
topluluklarının genetik mirasına birçok toplulukta rastlamak mümkündür. Örneğin Balkanlarda Avarların mirası Çek toplumunda ortaya çıkmıştır. Yapılan genetik araştırmada Çekler Başkırt, Hakas, Nogay ve Buryatlarla genetik bakımdan akraba çıkmışlardır24. Ancak, bu gerçeğe rağmen Bugünkü Çek toplumuyla Türk kimliği arasında bir bağ kurmak güç görünmektedir. Burada belirleyici olan kültürdür.

Ancak, Hunları İskitlerin devamı olarak görmek daha isabetli bir tutum olacaktır. Genelde İskitlerin Hind-Avrupa ya da Hind-İran dilli bir topluluk olarak değerlendirilmelerine karşın bugün farklı görüşler daha fazla öne çıkmaktadır. Laypanov ve Miziev'in aktardıklarına göre, Aristov, İskitlerin bir bölümünü Türk kabilelerin oluşturduğu görüşünde iken, A. Lizlov da aynı şekilde İskitlerin arasında Türk dilli kabilelerin varlığına dikkati çeker25. Yine aynı yazarların aktardıklarına göre, Ukraynalı iskitologlar V. İ. Ilinskoya ve U. A. Terenijkın, İskit kültürünün kendi kökleri itibariyle hiçbir zaman İran halkının bulunmadığı Sibirya ve Altayların Türk dilli halklarına bağlı olduğunu doğrulayan yeni bilimsel verilere dayalı bilgileri açıklamışlardır. M.Ö. III. Yüzyılda yaşayan Justinus da İskitlerin İran dilli olmasını mümkün görmemektedir26. İskitleri Hint-İrani bir topluluk olarak gören Grakov, Kimmerler ile İskitlerin kültürleri arasındaki kültürel benzerliğe dikkat çekerken, İskitler ile Sarmatların aynı kökenli olduklarını belirtmektedir27. Yine Miziev'in aktardığına göre, Y. A. Okladnikova Doğu Altaylarda bulunan Karahöyük kaya resimlerinde İskitlerin, Sarmatların ve Hunların kültürleri arasındaki benzerliği önemli görür28. V.L. Seroşevsky, Bugünkü Saha Türklerinin etnik oluşumunda İskit ve Hun unsurlarının rollerinin büyük olduğu tespitinde bulunmaktadır29. Ekrem Memiş'in aktardığına göre, İskitlere ait olduğu kabul edilen Esik Kurgan'ından çıkarılmış yazıların dilinin Türkçe olduğu ortaya çıkmıştır30. Yine aynı şekilde, İlhami
Durmuş'un        verdiği bilgiye göre, İskitlere ait Sus'taki çiviyazılı metinlerin tahlili sonucunda
Mordtmann da İskitlerin/Sakaların Türk-Ugor köklü bir halk olduğu tespitinde bulunmaktadır31. Zekiyev, İskit ve Sarmatların arkeolojik kültürlerinin Pers dilli kabilelere bağlanılmasını ve diğer etnolojik, tarihi, dilbilimsel verilerin değerlendirilmemesini önemli bir eksiklik olarak görmektedir. İskit ve Sarmatların Pers dilli olmaları halinde Asuri, Yunan, Roma ve Çin tarihi kaynaklarında buna dair herhangi bir imanın bulunması gerektiği üzerinde durur32.
İskitlerin Hind Avrupa dilli ya da kökenli olduğuna dair yeterli delil bulunmamaktadır. Fakat, İskitlerin diğer Türk toplulukları ile kültürel benzerliği daha çok öne çıkmaktadır. İskitlerin tarihi, dini, örfi sanatları, yazılı kaynakları ve arkeolojik buluntuları değerlendirildiğinde, İskitlerin Ural/Altay kökenli ve Türklerin ataları olan bir topluluk olduğu yolundaki görüş doğrulanmaktadır. Bu anlamda Türk tarihini İskitlerle başlatmak için yeterli bilimsel delillere sahip olunduğu söylenebilir.

M. Bernal, 20. Yüzyıldaki prehistorya çalışmalarının başına, arkeolojik pozitivizm olarak adlandırılabilecek özel bir kanıt arama biçiminin musallat olduğunu,. Bu nesnelerin insanı nesnel yaptığı yanılgısının; arkeolojik kanıtın yorumlanmasının, arkeolojik bulguların kendileri kadar
sağlam olduğu inancına yol açtığını, bu inancın, arkeolojiye dayalı varsayımları bilimsel bir statüye yükselttiğini, buna karşılık geçmiş ile ilgili olarak başka kaynaklardan elde edilen bilgilerin - efsaneler, yer adları, dinsel kültler, dil, sözlü ve yazılı lehçelerin yayılması gibi- değerini düşürdüğünü öne sürer ve bütün bu kaynakların büyük bir ihtiyatla ele alınması gerektiğini, fakat bunlardan elde edilen kanıtların arkeolojiden elde edilen kanıtlardan hiç de daha az geçerli olamayacağını belirtir33. Batılı bir çok araştırmacının birtakım arkeolojik buluntulardan hareketle Sümerler, Etrüskler ve İskitlerle ilgili değerlendirmeleri Bernal'ı haklı çıkarıcı niteliktedir.

Kadim kültür ve medeniyetler değerlendirilirken, sadece ortak köken kelimelere ve bazı arkeolojik  buluntulara    dayalı      olarak      yapılan       genellemeler,     sağlıklı       olmamaktadır.   Bu değerlendirmeler yapılırken,        dil ile yaşama tarzı arasındaki ilişki gözden kaçırılmamalıdır.
Öncelikle kültürle dil arasındaki bağlantı dikkate alınmalıdır. Dilin dışında diğer kültürel unsurlar da son derece önemli bir tayin edicidir. Aynı kültürün taşıyıcılarının, zaman zaman farklı etnik topluluklar arasında karışmalar olsa da, aynı dili konuşmaları, aynı etnik köken ve kimliğe sahip olmaları beklenir. Bugün yeryüzünde, bazı ilkel topluluklar dışında genetik açıdan türdeş bir etnik topluluk yoktur. Kültürel etkileşim ve değişim bir gerçek olmakla birlikte, ortak bir kültürün taşıyıcısı olan toplum ve topluluklar yüzlerce ve binlerce yıldan beri varlıklarını sürdürmektedir. Sadece Sümerler ve Etrüskler değil, İskitler, Sarmatlar ve Hunlar da, Uygurların, Türkmenlerin, Kazakların, Kırgızların, Özbeklerin, Tatarların, Başkırtların, Hakasların, Yakutların, Azerbaycan ve Anadolu Türklerinin ortak atalarıdır. Çünkü, adını saydığımız bu toplulukların tevarüs ettikleri kültür, bunun en önemli tayin edicisidir.
Dil ile kültür arasındaki ilişkiye Bozkır coğrafyasında yaşayan atlı çoban kültürünün temsilcisi topluluklar açısından da bakılabilir. Bu toplumların yaşama tarzının tevlit ettiği iletişim tarzı eklemeli dillerin zuhurunu kaçınılmaz kılmıştır. Eklemeli diller, tesadüfen Ural-Altay coğrafyasında ortaya çıkmış değildir. Mekanda hareketli olduklarından bu dilleri konuşan toplumların geniş bir coğrafyaya yayıldıklarını görmekteyiz. Orta Asya coğrafyasında yaşayan Atlı çoban kültürünün taşıyıcısı olan topluluklar, ilk defa 1071'de Malazgirt'te Anadolu'ya ayak basmış da değillerdir. Binlerce yıl öncesinden beri Anadolu bu toplulukların en sık uğrak yeri olmuştur. Batılı tarihçilerin ürettiği medeniyetler tarihi bu anlamda eksik ve muharref bir tarihtir.
__________________________________
Prof.Dr. Hacı Musa TAŞDELEN20.04.2012TÜRK KİMLİĞİNİN KÖKENİ ÜZERİNE